DERS EĞLENCE VE BİLGİNİN DEĞİŞMEZ ADRESİ
YERLİ BİYOGRAFİLER
fatih terim
14 Eylül 1953 yılında Adana'da doğdu. Babasıyla birlikte birçok işte çalıştı. Girdiği motor sanat enstitüsünden devamsızlık sebebiyle ayrıldı. 16 yaşında Adana Demirspor'da kaleci olarak futbol hayatına başladı.
1974 yılında Galatasaray SK'ya transfer oldu. 20 Nisan 1975'te İsviçre karşısında ilk milli maçına çıktı. 51 kez giydiği milli formayla, 11 yıl en fazla milli olan futbolcu ünvanını elinde tuttu. Fakat Galatasaray ile hiç şampiyonluk yaşayamadı.
Jübilesini 1985 yılında yapan teknik adam, 1987 yılında MKE Ankaragücü'nün başına geçti. 2 Sene bu takımı çalıştırdı. Takımı 6. sıraya kadar yükseltti. Ardından 1989 - 1990 Sezonunda Göztepe'yi çalıştırdı. 1990 yılında A Milli Takımı çalıştıran Alman teknik direktör Sepp Piontek'in yardımcılığına getirildi. 1993'te 21 yaş altı milli takım ile Akdeniz Oyunları'nda şampiyon oldu. Aynı sene Türk Milli Takımı'nın başına geçti. 1996 yılında, teknik direktörlüğünü yaptığı milli takım, tarihinde ilk kez avrupa şampiyonasına katılmaya hak kazandı.
Euro 1996'da başarı gösteremeyen Terim görevinden istifa ederek Galatasaray kulübünün başına geçti. 1996 - 2000 seneleri arasında takımını 4 kez şampiyon yaptı ve 2000 senesinde EUFA kupasını ilk kez Türkiye'ye getirdi. 2000 - 2001 sezonunda Fiorentina'yı çalıştırdı. 2001'de AC Milan'ın başına geçen "imparator" lakaplı teknik adam 2003 senesine kadar bu takımı yönetti. 2003'te Galatasaray'a geri döndü. Üst üste aldığı başarısız sonuçlar sonrasında 2004'te görevinden men edildi.
2005'te tekrar Türk Milli Takımı'nın başına geçti. Halen Miili Takımlar Teknik Direktörü olan Fatih Terim Milli Takımı Euro 2008 finallerine dahil etmeyi başardı.
Acun Ilıcalı'nın sunduğu "Var mısın Yok musun" adlı yarışma programına, milli takım oyuncuları ile birlikte katılmış, 300 Bin Ytl'lik ödülü kazanmıştır. Takımla birlikte bu rakamı 500 Bin Ytl'ye tamamlayarak yardım amaçlı bağış yapmıştır.
seda sayan
1974 yılında Galatasaray SK'ya transfer oldu. 20 Nisan 1975'te İsviçre karşısında ilk milli maçına çıktı. 51 kez giydiği milli formayla, 11 yıl en fazla milli olan futbolcu ünvanını elinde tuttu. Fakat Galatasaray ile hiç şampiyonluk yaşayamadı.
Jübilesini 1985 yılında yapan teknik adam, 1987 yılında MKE Ankaragücü'nün başına geçti. 2 Sene bu takımı çalıştırdı. Takımı 6. sıraya kadar yükseltti. Ardından 1989 - 1990 Sezonunda Göztepe'yi çalıştırdı. 1990 yılında A Milli Takımı çalıştıran Alman teknik direktör Sepp Piontek'in yardımcılığına getirildi. 1993'te 21 yaş altı milli takım ile Akdeniz Oyunları'nda şampiyon oldu. Aynı sene Türk Milli Takımı'nın başına geçti. 1996 yılında, teknik direktörlüğünü yaptığı milli takım, tarihinde ilk kez avrupa şampiyonasına katılmaya hak kazandı.
Euro 1996'da başarı gösteremeyen Terim görevinden istifa ederek Galatasaray kulübünün başına geçti. 1996 - 2000 seneleri arasında takımını 4 kez şampiyon yaptı ve 2000 senesinde EUFA kupasını ilk kez Türkiye'ye getirdi. 2000 - 2001 sezonunda Fiorentina'yı çalıştırdı. 2001'de AC Milan'ın başına geçen "imparator" lakaplı teknik adam 2003 senesine kadar bu takımı yönetti. 2003'te Galatasaray'a geri döndü. Üst üste aldığı başarısız sonuçlar sonrasında 2004'te görevinden men edildi.
2005'te tekrar Türk Milli Takımı'nın başına geçti. Halen Miili Takımlar Teknik Direktörü olan Fatih Terim Milli Takımı Euro 2008 finallerine dahil etmeyi başardı.
Acun Ilıcalı'nın sunduğu "Var mısın Yok musun" adlı yarışma programına, milli takım oyuncuları ile birlikte katılmış, 300 Bin Ytl'lik ödülü kazanmıştır. Takımla birlikte bu rakamı 500 Bin Ytl'ye tamamlayarak yardım amaçlı bağış yapmıştır.
seda sayan
Seda Sayan, 30 Aralık 1961'de İstanbul'da doğdu. Gerçek adı Aysel Gürsaçer olan sanatçı, müzik dünyasındaki çıkışını 1980li yıllarda yaptı. "Ah Geceler", "Bebeğim", "Ben Sana Demedim mi", "Sensizliğe Yanarım" ve "Var mısın" gibi parçalarla çıkış yaptı. Uzun bir süredir televiyonların sabah kuşağında kadın programı yapmakta olan sanatçı birçok dizide oyuncu olarak yer aldı. En son Tamer Karadağlı ile birlikte rol aldığı "Fedai" isimli dizinin başarısızlığının ardından müzik çalışmalarına devam etti. Bir dönem televizyonda yayınlanan bir yarışma programında İbrahim Tatlıses ve Muazzez Abacı ile jüri üyeliği yapmıştır.
1987 yılında Rıdvan Kılıç ile evlenen sanatçının bu evliliği 6 ay sürdü. 1990 yılında Sinan Engin ile olan evliliğinden tek oğlu Oğulcan'a sahip olan Seda Sayan, 6 yıl süren bu evliliğin bitmesinden sonra 1998 yılında Soner Yapcacık ile evlendi. Bu evliliği de son bulduktan sonra içinde Mahsun Kırmızıgül'ün de bulunduğu birçok kişi ile ilişkisi olan sanatçının gündemde en uzun kalan ilişkisi Nihat Doğan ile oldu. Nihat Doğan ile nişanını bozduktan kısa bir süre sonra 1 Şubat 2008'de kendinden 23 yaş küçük olan şarkıcı Onur Şan ile evlendi. Sanatçının nikahını İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş kıydı.
Sanatçının kendi ağızından hayat hikayesi :
"Eyüp'te, 11 ailenin oturduğu, avlusu, tuvaleti ortak gecekondulardan birinde doğup büyüdüm ben. İlkokula giderken, önlük ve çanta parasını çok zor denkleştirmişti babam. Çünkü tembeldi, alkol düşkünüydü. İçer içer olay çıkarır, anneme saldırır, bizi döverdi. Yaşadığımız müthiş bir yoksulluktu. Bazı geceler yiyecek ekmek bulamazdık. Annemin, 'Bakkala ekmek gelmemiş, uyuyun ekmek gelince ben sizi uyandırırım' diyerek bizi kandırıp aç yatırdığı çok olurdu. Ama babamın içki parası her zaman bulunurdu. Öyle kavgacıydı ki, evdekileri dövdüğü yetmez gibi, kirasını ödemediği evsahipleri para konusunda ısrar edince onları da döverdi. Hayatta en çok başkalarının aile fotoğraflarına, siyah beyaz resimlerin olduğu albümlerine özenirim. İçimde hep uktedir. Çünkü, ekmek alacak paramız yokken, fotoğraf çektiremezdik"
"Bakın, yaşanan bir olay, acısı hala yüreğimde olan bir dram var şimdi. Küçük kardeşim Sedat, ağbisi Şahin'i vurdu. Çünkü, Şahin tam bir psikopattı. Uyuşturucu kullanmak onda, kavgacılık, geçimsizlik onda, ne ararsanız var. Ve Şahin'i yaratan, onu bu hale getiren, gerçek suçlu babamdır. Şahin'i psikopat yapan babamdır. Şahin'in bu hale gelmesi hep babamın yüzündendir. Onu döve döve isyankar yaptı. Sedat küçüktü, yırtardı dayaktan. Bana dokununca artistlik yapar, yandım Allah deyince, uzatmazdı. Ama en çok dayağı ablam Nursel'le Şahin yerdi. Bu ibret olsun herkese. Alkolik ve dayakçı babalar çocuklarını düşünmeli. Şahin'in şimdi kanı değişti, tedavisi yapıldı, pırıl pırıl oldu. İnşallah artık uyuşturucu kullanmaz. Allah uyuşturucu satıcılarının belasını versin. Kendi başıma gelen bu felaketi, deprem bölgesine giderek unuttum. Yoksa müthiş bir bunalım içindeydim."
"Daha çok küçüğüm. Eyüp'teki evin avlusunda oynarken 'Maymuncu geldi' dediler. Adamın biri maymuna elbise giydirmiş, sokak aralarında dolaştırıyormuş. Ben maymunu göreceğim diye yıldırım hızıyla koşunca, komşu kadınlardan birinin çamaşır yıkamak için bahçede kaynattığı kazana çarptım. Tabii kazan da üzerime döküldü. Resmen canlı canlı haşlandım. Doktor, anneme 'Hazırlı olun, her an ölebilir' bile demiş. Kocakarı ilaçlarıyla iyileştim. Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte. Ama o yanıklardan çektiğim ıstırabı asla unutamam."
"İlkokul öğretmenim Muazzez Karipçin'di. İnşallah yaşıyordur, kulakları çınlasın. Bazen 'Hadi Aysel bir şarkı söyle bakalım' derdi. Bir gün annemi çağırarak müziğe aşırı ilgim olduğunu söyledi. Konservatuvar konusu o zaman gündeme gelmişti ama nerde! Yiyecek ekmek bulamadığımız gün olurdu. Hiç unutmam öğretmenim de, elimden tutup İstanbul Radyosu'ndaki Ses Yarışması'na ***ürmüştü beni. Ne yazık ki başarılı olamamıştım. Günlerce ağladım, ağlamaktan gözlerimin aklarına kan oturdu. Ama müziğe öylesine sevdalıdır ki Aysel... Bu uğurda her şeyi göze alarak evden bile kaçar. Henüz 15 yaşındaydım. Babamın evde herkesi kırıp döktüğü bir gün Kadırga'daki evden kaçtım. Hiç unutmuyorum, geceyi Fındıkzade'de bir apartman boşluğunda geçirdim. Sokakta yattım açıkçası. Yanımda Ümit adlı bir kız arkadaşım daha vardı. Ertesi gün de Şişli'deki aile dostumuz Şükran ablamın yanına gittim. Polise başvurmuş ailem. Sonra karakola gidip teslim oldum. Bu olay hayatımdaki en büyük risktir. Başıma her şey gelebilirdi çünkü. Bu yüzden kimsecikler evinden kaçmasın, sakın ola bana özenmesinler, benim kadar şanslı olmayabilirler. Kaçış nedenim babamdı. Şarkı söylememe de karşı çıkmıştı."
"Tavernada çalışırken, birisi Turgut Akyüz'e tavsiye etmiş beni. Rahmetli Turgut beni dinleyip beğenince, o zamanın meşhur eğlence yerlerinden olan Stardust'ta üç bin lira yevmiyeyle işe başladım. Silahlı bir saldırı sonunda Turgut ölünce yıkıldım. Ardından sahildeki Kamacı'da çalıştım. Derken, Gülizar Gazinosu'na geçtim ve artık sınıf atlamıştım. Seda Sayın dediler, sonra Seda Sayan oldum. Filmlere başladım ve Fahrettin Aslan keşfetti beni. O ara Zeki Alasya- Metin Akpınar'ın yanında 'Elma Kabare' de çalıştım. Şov gereği Demirel'in, Özal'ın, İnönü'nün fallarına bakmıştım, şarkılar söylemiştim."
"Eyüp'te, Kadırga'da bazen para bulunca sinemaya kaçardık. Ve ben Türk filmlerine bayılırdım. Ordaki aşklara, kızların bir anda şöhreti, parayı bulmasına mest olurdum. Ve mahallede bir marangoz kalfasına aşıktım. İlk aşkımdı o. Ama çocuğun haberi yoktu. Dikkatini çekmek için neler yapmazdım ki! Kafama çoraplar geçirip yatar, sabah ruj sürerdim. Nafile! İlk aşkta hüsran yaşadım."
Özgü Namal
1987 yılında Rıdvan Kılıç ile evlenen sanatçının bu evliliği 6 ay sürdü. 1990 yılında Sinan Engin ile olan evliliğinden tek oğlu Oğulcan'a sahip olan Seda Sayan, 6 yıl süren bu evliliğin bitmesinden sonra 1998 yılında Soner Yapcacık ile evlendi. Bu evliliği de son bulduktan sonra içinde Mahsun Kırmızıgül'ün de bulunduğu birçok kişi ile ilişkisi olan sanatçının gündemde en uzun kalan ilişkisi Nihat Doğan ile oldu. Nihat Doğan ile nişanını bozduktan kısa bir süre sonra 1 Şubat 2008'de kendinden 23 yaş küçük olan şarkıcı Onur Şan ile evlendi. Sanatçının nikahını İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş kıydı.
Sanatçının kendi ağızından hayat hikayesi :
"Eyüp'te, 11 ailenin oturduğu, avlusu, tuvaleti ortak gecekondulardan birinde doğup büyüdüm ben. İlkokula giderken, önlük ve çanta parasını çok zor denkleştirmişti babam. Çünkü tembeldi, alkol düşkünüydü. İçer içer olay çıkarır, anneme saldırır, bizi döverdi. Yaşadığımız müthiş bir yoksulluktu. Bazı geceler yiyecek ekmek bulamazdık. Annemin, 'Bakkala ekmek gelmemiş, uyuyun ekmek gelince ben sizi uyandırırım' diyerek bizi kandırıp aç yatırdığı çok olurdu. Ama babamın içki parası her zaman bulunurdu. Öyle kavgacıydı ki, evdekileri dövdüğü yetmez gibi, kirasını ödemediği evsahipleri para konusunda ısrar edince onları da döverdi. Hayatta en çok başkalarının aile fotoğraflarına, siyah beyaz resimlerin olduğu albümlerine özenirim. İçimde hep uktedir. Çünkü, ekmek alacak paramız yokken, fotoğraf çektiremezdik"
"Bakın, yaşanan bir olay, acısı hala yüreğimde olan bir dram var şimdi. Küçük kardeşim Sedat, ağbisi Şahin'i vurdu. Çünkü, Şahin tam bir psikopattı. Uyuşturucu kullanmak onda, kavgacılık, geçimsizlik onda, ne ararsanız var. Ve Şahin'i yaratan, onu bu hale getiren, gerçek suçlu babamdır. Şahin'i psikopat yapan babamdır. Şahin'in bu hale gelmesi hep babamın yüzündendir. Onu döve döve isyankar yaptı. Sedat küçüktü, yırtardı dayaktan. Bana dokununca artistlik yapar, yandım Allah deyince, uzatmazdı. Ama en çok dayağı ablam Nursel'le Şahin yerdi. Bu ibret olsun herkese. Alkolik ve dayakçı babalar çocuklarını düşünmeli. Şahin'in şimdi kanı değişti, tedavisi yapıldı, pırıl pırıl oldu. İnşallah artık uyuşturucu kullanmaz. Allah uyuşturucu satıcılarının belasını versin. Kendi başıma gelen bu felaketi, deprem bölgesine giderek unuttum. Yoksa müthiş bir bunalım içindeydim."
"Daha çok küçüğüm. Eyüp'teki evin avlusunda oynarken 'Maymuncu geldi' dediler. Adamın biri maymuna elbise giydirmiş, sokak aralarında dolaştırıyormuş. Ben maymunu göreceğim diye yıldırım hızıyla koşunca, komşu kadınlardan birinin çamaşır yıkamak için bahçede kaynattığı kazana çarptım. Tabii kazan da üzerime döküldü. Resmen canlı canlı haşlandım. Doktor, anneme 'Hazırlı olun, her an ölebilir' bile demiş. Kocakarı ilaçlarıyla iyileştim. Öldürmeyen Allah öldürmüyor işte. Ama o yanıklardan çektiğim ıstırabı asla unutamam."
"İlkokul öğretmenim Muazzez Karipçin'di. İnşallah yaşıyordur, kulakları çınlasın. Bazen 'Hadi Aysel bir şarkı söyle bakalım' derdi. Bir gün annemi çağırarak müziğe aşırı ilgim olduğunu söyledi. Konservatuvar konusu o zaman gündeme gelmişti ama nerde! Yiyecek ekmek bulamadığımız gün olurdu. Hiç unutmam öğretmenim de, elimden tutup İstanbul Radyosu'ndaki Ses Yarışması'na ***ürmüştü beni. Ne yazık ki başarılı olamamıştım. Günlerce ağladım, ağlamaktan gözlerimin aklarına kan oturdu. Ama müziğe öylesine sevdalıdır ki Aysel... Bu uğurda her şeyi göze alarak evden bile kaçar. Henüz 15 yaşındaydım. Babamın evde herkesi kırıp döktüğü bir gün Kadırga'daki evden kaçtım. Hiç unutmuyorum, geceyi Fındıkzade'de bir apartman boşluğunda geçirdim. Sokakta yattım açıkçası. Yanımda Ümit adlı bir kız arkadaşım daha vardı. Ertesi gün de Şişli'deki aile dostumuz Şükran ablamın yanına gittim. Polise başvurmuş ailem. Sonra karakola gidip teslim oldum. Bu olay hayatımdaki en büyük risktir. Başıma her şey gelebilirdi çünkü. Bu yüzden kimsecikler evinden kaçmasın, sakın ola bana özenmesinler, benim kadar şanslı olmayabilirler. Kaçış nedenim babamdı. Şarkı söylememe de karşı çıkmıştı."
"Tavernada çalışırken, birisi Turgut Akyüz'e tavsiye etmiş beni. Rahmetli Turgut beni dinleyip beğenince, o zamanın meşhur eğlence yerlerinden olan Stardust'ta üç bin lira yevmiyeyle işe başladım. Silahlı bir saldırı sonunda Turgut ölünce yıkıldım. Ardından sahildeki Kamacı'da çalıştım. Derken, Gülizar Gazinosu'na geçtim ve artık sınıf atlamıştım. Seda Sayın dediler, sonra Seda Sayan oldum. Filmlere başladım ve Fahrettin Aslan keşfetti beni. O ara Zeki Alasya- Metin Akpınar'ın yanında 'Elma Kabare' de çalıştım. Şov gereği Demirel'in, Özal'ın, İnönü'nün fallarına bakmıştım, şarkılar söylemiştim."
"Eyüp'te, Kadırga'da bazen para bulunca sinemaya kaçardık. Ve ben Türk filmlerine bayılırdım. Ordaki aşklara, kızların bir anda şöhreti, parayı bulmasına mest olurdum. Ve mahallede bir marangoz kalfasına aşıktım. İlk aşkımdı o. Ama çocuğun haberi yoktu. Dikkatini çekmek için neler yapmazdım ki! Kafama çoraplar geçirip yatar, sabah ruj sürerdim. Nafile! İlk aşkta hüsran yaşadım."
Özgü Namal
1978 yılında İstanbul'da doğdu. Orta ve Liseyi Üsküdar Cumhuriyet Lisesinde okudu. 1997 yılında profesyonel olarak Masal Gerçek Tiyatrosunda çocuk oyunlarıyla sahnelere adım attı. 1998 yılında "Affet Bizi Hocam" dizisiyle televizyonlara transfer oldu. Konservatuar eğitimi sırasında "Karete Can" , "Yeditepe İstanbul" gibi dizilerde oyunculuk yapmaya devam etti. 2000 yılında "Tiyatro Fora" adlı özel bir tiyatroda "Apaçık", "Tekrar Çal Sam", "Yan Etkili Konuşmalar" adlı oyunlarda, "Kerem", "Havada Bulut" adlı televizyon filmlerinde rol aldı. 2002 yılında Konservatuardan mezun oldu. Aynı yıl "Sır Çocukları" adlı filmde rol aldı. Bu filmle, 14. Ankara Film Festivalinde "Umut Vadeden Kadın Oyuncu" ödülünü aldı. 2004 yılında "Büyü" ve "Anlat İstanbul" filmlerinde rol aldı. Aynı yıl İstanbul Devlet Tiyatrosunda konuk oyuncu olarak "Taraf Tutmak" adlı oyunda rol aldı. Halen ortaoyuncularda "Kiralık Oyun" adlı oyunda rol almaktadır. "Kurtlar Vadisi" adlı dizide yer alan güzel oyuncu son olarak Onur Ünlü'nün yöneteceği Polis filminin çekimleri için kamera karşısına geçmeye hazırlanıyor...
Ceza
bergüzar gökçe korel
Beyazıt Öztürk
hülya avşar
gülben ergen
Resmin orjinal halini görmek için tıklayınız.Orjinal Hali 1296x1936 (151 KB) |
Ceza
Ceza, 1977 yilinda Üsküdar/İstanbul’da dogdu. Rap müzige olan ilgisi ilkokul yillarinda sira arkadasindan ödünç aldigi kasetlerle basladi. Ceza tabii ki gerçek ismi degil, bu onun hiphop’ta kullanmak için seçtigi yada daha dogrusu kazandigi bir lakap! Katildigi hiphop partilerinde, Freestyle rap (yani o an sahneye çikip müzik esliginde, o an yazilan sözlerle rap yapma) yarismalarinda her zaman birinci olan Ceza için diger yarismacilar hep “eyvah Ceza’miz geldi” diyorlarmis ve bunun sonucunda, o da Ceza’yi lakap olarak kullanmaya baslamis.
Gençlik yillarinda, çesitli projelerde yer alan Ceza, 1998 yilinda Dr. Fuchs ile bir araya gelerek “Nefret”i kurdu. Kendi çabalariyla yaptiklari deneme kayitları sonrasinda “Yeralti Operasyonu” isimli toplama Türkçe Rap albümünde yer aldilar.
“Yeralti Operasyonu”nda en çok ilgi çeken grup olan “Nefret”, kisa bir süre sonra Hammer Müzik ile anlasarak ilk albümü “Meclis-i Ala İstanbul”u yayinladi. Albümün hit parçasi “İstanbul” için çekilen videoklip birçok yerel ve ulusal TV kanalinda yayinlandi. Albüm sonrasi Türk ve Yabanci basindan olumlu elestiriler alan “Nefret”, H2000, J&B Dance Festivali ve Avrupa Müzik Festivali gibi büyük organizasyonlarda sahne aldi. “Meclis-i Ala İstanbul” albümleri Hammer Müzik’in distribütörleri tarafından Türkiye ile ayni anda Avrupa’da da piyasaya sürüldü. Özellikle Türkçe Rap’in büyük ilgi gördügü Almanya’da Türkiye’den çikan bir grup için yüksek bir satis rak***** ulasti.
İkinci albümleri “Anahtar” için İstanbul’da Digitalmix stüdyosunda kayida giren “Nefret”, çalismalarini 2001 yilinin Temmuz ayinda tamamladi. Cartel grubundan Erci E, Wu Tang Clan için yaptigi featuring ile büyük isim yapan Bektas, Megalomaniax grubundan Kader K, ve “Gerçek Kal” albümüyle adından söz ettiren Fresh B’nin de konuk oldugu albümde scratch’ler Almanya’nın ünlü DJ’leri DJ Rocky ve DJ Ness tarafindan atildi
Türkiye’de yasanan ekonomik kriz ve Dr. Fuchs’un ani sekilde askere gitmesi sonucu istenilen promosyonun yapilamamasina ragmen “Anahtar” çok yüksek bir satis rak***** ulasti ve Nefret’in Türkiye’nin en çok satan ve Dünya’da en çok taninan Türkçe Rap grubu olmasini sagladi!
Dr. Fuchs’un askere gitmesinin üzerine, Ceza uzun süredir üzerinde çalistigi, solo albüm projesine hiz verdi. Prodüktör olarak Silahsiz Kuvvet’ten Dj Mic Check’i seçen Ceza; ilk solo albümü “Med-Cezir”in kayitlarini Kuvvet Mira ve Digitalmix stüdyolarinda gerçeklestirdi.
Solo albüm çalismalari devam ederken Türkiye’de pek çok konser veren Ceza, 2002’nin Mart ayinda ilk yurtdisi konserini de İsveç’te gerçeklestirdi. İsveç’te yasayan Türklerin yanisira İsveç’li müzikseverlerinde yogun ilgi gösterdigi konser çok başarili geçti. Ceza, İsveç seyahatinde ayrica İsveç’in en önemli hiphop gruplarindan Fjarde Varlden ile birlikte bir parça kaydetti. Bu parça Fjarde Varlden’in “Tamam” adli single’inda yeraldi ve İsveç’te CD ve LP olarak piyasaya çikti.
Haziran 2002’de “Med Cezir” piyasaya çikti. Albüme adini veren “Med Cezir” parçasina daha önce Levent Yüksel, Mirkelam gibi sanatçilara çektigi videokliplerle ünlenen yönetmen Murad Küçük tarafindan profesyonel bir video klip çekildi. Klip müzik kanallarinda dönerken, Ceza ayrica ulusal kanallarda haber bültenlerine ve çesitli TV programlarina konuk oldu. Tüm günlük gazeteler (Hürriyet, Milliyet, Sabah, Cumhuriyet, Vatan vs.), aylik dergiler (Blue Jean, Cosmo Girl, Aktüel, İstanbul Life vs.) özel röportajlarla yer verdiler.
Albüm sonrasinda Türkiye’nin dört bir yaninda konserler veren ve H2000, RockIstanbul gibi önemli organizasyonlarda yer alan Ceza ayrica yurtdisinda Almanya, Hollanda, İsveç, Norveç, Belçika gibi ülkelerde sahne aldi.
Ceza, Mart ayinda Mitsubishi Lancer için bir radyo reklamini seslendirerek tekrar gündeme geldi. Reklamin çektiği büyük ilgi üzerine devam bölümleride kaydedildi.
İkinci albümünü hazirlayan Ceza, bu arada Candan Erçetin, Mercan Dede ve Burcu Günes’in albümleri içinde düetler kaydetti ve bu düetlerle de ses getirdi.
2004 yilinin sonlarina yaklasirken Ceza, Rapstar albümünü piyasaya sürdü, albümde 22 track bulunuyordur, albüm genelde basarili bir perspektif çiziyor, farkli beat´ler üzerinde de rap yapilabilecegini kanitlamaya çalisiyor adeta, sarki sözleri çok ince elenmis sik dokunmus, bazen bir sözlüge ihtiyaç duydugumuz anlar oluyor ama yine de mesajlar dogru kanallara ulastirilmis gözüküyor, rap camiasina atiflarda bulunulmus,dokundurmalar yer yer göze batiyor, ama bir "diss" mantigiyla degil, daha çok yeri gelince söylenmis dokundurmalar, sonuç olarak Ceza´dan beklenebilecek kalitede bir çalismanin ürünü. Albümde Sahtiyan, Fuchs, Fuat, Ayben, Mic check, bu projede sanatciya eslik eden isimlerdir.Ve 2006'da da Yerli Plaka albümünü çıkardı.
Gençlik yillarinda, çesitli projelerde yer alan Ceza, 1998 yilinda Dr. Fuchs ile bir araya gelerek “Nefret”i kurdu. Kendi çabalariyla yaptiklari deneme kayitları sonrasinda “Yeralti Operasyonu” isimli toplama Türkçe Rap albümünde yer aldilar.
“Yeralti Operasyonu”nda en çok ilgi çeken grup olan “Nefret”, kisa bir süre sonra Hammer Müzik ile anlasarak ilk albümü “Meclis-i Ala İstanbul”u yayinladi. Albümün hit parçasi “İstanbul” için çekilen videoklip birçok yerel ve ulusal TV kanalinda yayinlandi. Albüm sonrasi Türk ve Yabanci basindan olumlu elestiriler alan “Nefret”, H2000, J&B Dance Festivali ve Avrupa Müzik Festivali gibi büyük organizasyonlarda sahne aldi. “Meclis-i Ala İstanbul” albümleri Hammer Müzik’in distribütörleri tarafından Türkiye ile ayni anda Avrupa’da da piyasaya sürüldü. Özellikle Türkçe Rap’in büyük ilgi gördügü Almanya’da Türkiye’den çikan bir grup için yüksek bir satis rak***** ulasti.
İkinci albümleri “Anahtar” için İstanbul’da Digitalmix stüdyosunda kayida giren “Nefret”, çalismalarini 2001 yilinin Temmuz ayinda tamamladi. Cartel grubundan Erci E, Wu Tang Clan için yaptigi featuring ile büyük isim yapan Bektas, Megalomaniax grubundan Kader K, ve “Gerçek Kal” albümüyle adından söz ettiren Fresh B’nin de konuk oldugu albümde scratch’ler Almanya’nın ünlü DJ’leri DJ Rocky ve DJ Ness tarafindan atildi
Türkiye’de yasanan ekonomik kriz ve Dr. Fuchs’un ani sekilde askere gitmesi sonucu istenilen promosyonun yapilamamasina ragmen “Anahtar” çok yüksek bir satis rak***** ulasti ve Nefret’in Türkiye’nin en çok satan ve Dünya’da en çok taninan Türkçe Rap grubu olmasini sagladi!
Dr. Fuchs’un askere gitmesinin üzerine, Ceza uzun süredir üzerinde çalistigi, solo albüm projesine hiz verdi. Prodüktör olarak Silahsiz Kuvvet’ten Dj Mic Check’i seçen Ceza; ilk solo albümü “Med-Cezir”in kayitlarini Kuvvet Mira ve Digitalmix stüdyolarinda gerçeklestirdi.
Solo albüm çalismalari devam ederken Türkiye’de pek çok konser veren Ceza, 2002’nin Mart ayinda ilk yurtdisi konserini de İsveç’te gerçeklestirdi. İsveç’te yasayan Türklerin yanisira İsveç’li müzikseverlerinde yogun ilgi gösterdigi konser çok başarili geçti. Ceza, İsveç seyahatinde ayrica İsveç’in en önemli hiphop gruplarindan Fjarde Varlden ile birlikte bir parça kaydetti. Bu parça Fjarde Varlden’in “Tamam” adli single’inda yeraldi ve İsveç’te CD ve LP olarak piyasaya çikti.
Haziran 2002’de “Med Cezir” piyasaya çikti. Albüme adini veren “Med Cezir” parçasina daha önce Levent Yüksel, Mirkelam gibi sanatçilara çektigi videokliplerle ünlenen yönetmen Murad Küçük tarafindan profesyonel bir video klip çekildi. Klip müzik kanallarinda dönerken, Ceza ayrica ulusal kanallarda haber bültenlerine ve çesitli TV programlarina konuk oldu. Tüm günlük gazeteler (Hürriyet, Milliyet, Sabah, Cumhuriyet, Vatan vs.), aylik dergiler (Blue Jean, Cosmo Girl, Aktüel, İstanbul Life vs.) özel röportajlarla yer verdiler.
Albüm sonrasinda Türkiye’nin dört bir yaninda konserler veren ve H2000, RockIstanbul gibi önemli organizasyonlarda yer alan Ceza ayrica yurtdisinda Almanya, Hollanda, İsveç, Norveç, Belçika gibi ülkelerde sahne aldi.
Ceza, Mart ayinda Mitsubishi Lancer için bir radyo reklamini seslendirerek tekrar gündeme geldi. Reklamin çektiği büyük ilgi üzerine devam bölümleride kaydedildi.
İkinci albümünü hazirlayan Ceza, bu arada Candan Erçetin, Mercan Dede ve Burcu Günes’in albümleri içinde düetler kaydetti ve bu düetlerle de ses getirdi.
2004 yilinin sonlarina yaklasirken Ceza, Rapstar albümünü piyasaya sürdü, albümde 22 track bulunuyordur, albüm genelde basarili bir perspektif çiziyor, farkli beat´ler üzerinde de rap yapilabilecegini kanitlamaya çalisiyor adeta, sarki sözleri çok ince elenmis sik dokunmus, bazen bir sözlüge ihtiyaç duydugumuz anlar oluyor ama yine de mesajlar dogru kanallara ulastirilmis gözüküyor, rap camiasina atiflarda bulunulmus,dokundurmalar yer yer göze batiyor, ama bir "diss" mantigiyla degil, daha çok yeri gelince söylenmis dokundurmalar, sonuç olarak Ceza´dan beklenebilecek kalitede bir çalismanin ürünü. Albümde Sahtiyan, Fuchs, Fuat, Ayben, Mic check, bu projede sanatciya eslik eden isimlerdir.Ve 2006'da da Yerli Plaka albümünü çıkardı.
bergüzar gökçe korel
Türk Sineması'nın emektar oyuncularından Tanju Korel ve Hülya Darcan'ın ikinci kız çocukları olan Bergüzar Gökçe Korel, 2 Eylül 1982'de İstanbul'da doğdu. Çocukluğunu Ulus'ta geçiren Korel, orta öğrenimini Yıldız Koleji'nde yaptı.
Kolej'den mezun olmasının ardından Mimar Sinan Üniversitesi Devlet konsevatuarı tiyatro bölümünü tamamladı. İlk dizi rolünü 1998 yapımı olan "Kırık Hayatlar"da aldı. Ardından 2005 yapımı Kurtlar Vadisi:Irak filminde Leyla karakteriyle izleyicilerin karşısına çıktı. Kurtlar Vadisi filmi için rol teklifi geldiğinde hasta olan babası Tanju Korel'in doktorları hastayı kaybetmek üzere olduklarını söylüyorlardı. Bu koşuşturmanın içinde önce rol'ü geri çevirdi. Ancak annesinin "Baban bu görüşmeye gitmeni isterdi"yle ikna oldu ve teklifi kabul etti.
"Kurtlar Vadisi:Irak"da yakaladığı başarının ardından gene aynı yıl çekilen "Zeytin Dalı" dizisinde İklim karakterini canlandırdı. Asıl büyük çıkışını ise Kanal D'nin "2006'nın en fazla reyting alan dizisi" ünvanını alan "Binbir Gece"deki Şehrazat Evliyaoğlu rolüyle yaptı.
Voleybol, buz pateni gibi sporların yanı sıra dans ve piyano eğitimi de alan Korel'in, kendinden yedi yaş büyük olan ablası evli ve eşiyle birlikte Amerika'da yaşıyor.
Kolej'den mezun olmasının ardından Mimar Sinan Üniversitesi Devlet konsevatuarı tiyatro bölümünü tamamladı. İlk dizi rolünü 1998 yapımı olan "Kırık Hayatlar"da aldı. Ardından 2005 yapımı Kurtlar Vadisi:Irak filminde Leyla karakteriyle izleyicilerin karşısına çıktı. Kurtlar Vadisi filmi için rol teklifi geldiğinde hasta olan babası Tanju Korel'in doktorları hastayı kaybetmek üzere olduklarını söylüyorlardı. Bu koşuşturmanın içinde önce rol'ü geri çevirdi. Ancak annesinin "Baban bu görüşmeye gitmeni isterdi"yle ikna oldu ve teklifi kabul etti.
"Kurtlar Vadisi:Irak"da yakaladığı başarının ardından gene aynı yıl çekilen "Zeytin Dalı" dizisinde İklim karakterini canlandırdı. Asıl büyük çıkışını ise Kanal D'nin "2006'nın en fazla reyting alan dizisi" ünvanını alan "Binbir Gece"deki Şehrazat Evliyaoğlu rolüyle yaptı.
Voleybol, buz pateni gibi sporların yanı sıra dans ve piyano eğitimi de alan Korel'in, kendinden yedi yaş büyük olan ablası evli ve eşiyle birlikte Amerika'da yaşıyor.
Beyazıt Öztürk
Türk şovmen, talk-show programı sunucusu, komedyen, aktör, radyo programcısı. Üniversite yıllarında heves ettiği radyo programı sunuculuğundan, modern kültürün yeni eğlence stillerinden biri haline gelen stand-up'çılığa ve oradan televizyon ekranlarına sıçrayan ilginç bir kariyere sahip olan Öztürk; ironik bir biçimde "r" harfini telaffuz edememesine rağmen program sunuculuğu yapmış ve beklenilenin aksine oldukça büyük ilgi görmüştür. Eğlence ve komedi unsurlarına ağırlıklı olarak yer verdiği talk-show'unu yıllardır sürdürmekte ve popüler kültürün bir parçası olmasına rağmen, değişmeyen çizgisiyle Türk halkından büyük beğeni toplamaktadır. Sahne ve televizyon hayatının başlangıcından beri "Beyaz" takma adını kullanmaktadır.
Beyazıt Öztük, 12 Mart 1969 yılında Bolu'da, memur bir ailenin ikinci oğlu olarak dünyaya geldi. Babasının polis olması nedeniyle, ilk ve orta öğrenimini Anadolu'nun farklı illerinde tamamladı. O zamanlar iki aşamalı olarak yapılan üniversite giriş sınavının ilk aşamasını geçip ikincisini kazanamayınca, resim yeteneğini değerlendirebileceği düşüncesiyle güzel sanatlara yöneldi. Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi'nin Seramik-Heykel bölümünü kazandı. Aynı zamanda lisanlı basketbolcu olan Öztürk, üniversite eğitimini sürdürürken, bir yandan da radyo programcılığıyla ilgilenmeye başladı. Özel televizyon kanallarının ve radyoların sayısının hızla arttığı bir dönemde, ev arkadaşıyla birlikte Eskişehir radyolarında çalışmaya başladı. Ancak "r" harfini telaffuz edememesi nedeniyle, sunuculuk isteği reddedildi ve sadece program hazırlamakla yetindi. Yine de kuralları aşarak sesini dinleyicilere ulaştıran Öztürk, farklı ve esprili tarzıyla beğeni topladı. Sonrasında, ev arkadaşının kurduğu "Genç Radyo"da program sunmaya devam etti ve arkadaşlarıyla birlikte, siyasi içerikli bir mizah dergisi olan "Gına"yı çıkarmaya başladı. "Beyaz" takma adını ilk defa bu dergi için çizdiği karikatürlerin altında kullandı. Eskişehir'de geçirdiği bu dönemde, iki heykel, iki seramik, bir karikatür sergisi açan Öztürk, son olarak da bir karma seramik sergisine katıldı.
Ömer Karacan'ın kurduğu Radyo Klas'tan gelen teklif üzerine, amatör radyocunun yolu İstanbul'a düştü. Burada, "Gece Tavuğu" adlı bir programıyla profesyonel yayıncılığa başladı ve geniş bir dinleyici kitlesi oluşturdu. Yine Karacan tarafından, 1995'te kurulan Number One TV'ye geçen Öztürk'ün yıldızı burada parladı. Webcam aracılığıyla stüdyodan, "Beyaz" adıyla canlı yayın yapmaya başladı. Programında yüzünün görünmediği, karanlık bir silüetten izleyiciye seslendi ve büyük ilgi gördü. 90'lı yılların ortalarında, kariyerinde radyoculukla başlayan bu süreç, televizyon programları ve stand-up şovlarıyla devam etti.
Number One TV'de geçirdiği uzunca bir zamandan sonra, başka bir televizyon programı için Kanal 6'ya geçti. Ancak, Beyazıt Öztürk'ün adının ülke çapında bilinir hale gelmesinin nedeni olan asıl program, -günümüzde de halen yayınlanmakta olan- "Beyaz Show"dur. Bir "talk-show" niteliğinde olan programın ilk konukları, Hande Ataizi ve Yılmaz Erdoğan'dı. Beyaz Show, komedi ve eğlence unsurlarını da içermesiyle Türk halkı tarafından büyük beğeniyle karşılandı. İlk olarak Kanal D'de yayınlandıktan sonra Star TV'de ekranlara gelmeye başladı. Televizyon çalışmalarının yanı sıra 1999 yılında, "Gemilerde Talim Var" adlı bir de türkü albümü çıkardı. Öztürk, birçok televizyon kanalında farklı programlar da sundu. TRT'de 5+1 Şans Topu ve Kanal D'de "Aileler Yarışıyor" adlı yarışma programının sunuculuğunu yaptı. Bu arada ilk göz ağrısı olan radyoculuktan vazgeçmeyerek, Best FM ve Radyo D'de program yapmaya devam etti.
1997 yılında, yapımcılığını Atıf Yılmaz'ın üstlendiği, Haluk Bilginer ve Türkan Şoray'ın başrolünü paylaştığı "Nihavend Mucize" adlı filmde oynayarak, sinema sektöründe de yer almaya başladı. 2002'de Kanal D'de yayınlanan "Biz Size Aşık Olduk" adlı dizide Cem rolüyle ve 2004'te yine aynı kanalın "Karım ve Annem" dizisinde Levent rolüyle ekranlarda karşımıza çıktı. Birçok reklam ve müzik klibinde oynamasının yanında, Aktüel dergisinde, "Kardan Adam" adını verdiği bir köşe için makaleler yazmaya başladı.
2005 yılında, "O Şimdi Mahkum" adlı filmdeki rolünün ardından, yine aynı yıl, Haluk Bilginer'le birlikte "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?" filminde, tam anlamıyla oyunculuk yeteneğini sergileme fırsatı buldu. Bu filmdeki performansıyla, Sadri Alışık adına düzenlenen sinema ödüllerinde, "En İyi Erkek Oyuncu" dalında ödüle layık görüldü. 2006 yılında Öztürk, NTV'de, Kadir Çöpdemir ile birlikte "Biri Bana Anlatsın" adlı sohbet programını hazırlayıp sunmaya başladı.
2006 yılında bir anjiyo ameliyatı geçiren Beyazıt Öztürk, 13. yılını dolduran "Beyaz Show" ile "Biri Bana Anlatsın" programlarını halen sunmaya devam ediyor. Şov programının bünyesinde, youtube muadili bir yapım olan, "pikniktube" adlı bir internet sitesini de yürütüyor.
Beyazıt Öztük, 12 Mart 1969 yılında Bolu'da, memur bir ailenin ikinci oğlu olarak dünyaya geldi. Babasının polis olması nedeniyle, ilk ve orta öğrenimini Anadolu'nun farklı illerinde tamamladı. O zamanlar iki aşamalı olarak yapılan üniversite giriş sınavının ilk aşamasını geçip ikincisini kazanamayınca, resim yeteneğini değerlendirebileceği düşüncesiyle güzel sanatlara yöneldi. Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi'nin Seramik-Heykel bölümünü kazandı. Aynı zamanda lisanlı basketbolcu olan Öztürk, üniversite eğitimini sürdürürken, bir yandan da radyo programcılığıyla ilgilenmeye başladı. Özel televizyon kanallarının ve radyoların sayısının hızla arttığı bir dönemde, ev arkadaşıyla birlikte Eskişehir radyolarında çalışmaya başladı. Ancak "r" harfini telaffuz edememesi nedeniyle, sunuculuk isteği reddedildi ve sadece program hazırlamakla yetindi. Yine de kuralları aşarak sesini dinleyicilere ulaştıran Öztürk, farklı ve esprili tarzıyla beğeni topladı. Sonrasında, ev arkadaşının kurduğu "Genç Radyo"da program sunmaya devam etti ve arkadaşlarıyla birlikte, siyasi içerikli bir mizah dergisi olan "Gına"yı çıkarmaya başladı. "Beyaz" takma adını ilk defa bu dergi için çizdiği karikatürlerin altında kullandı. Eskişehir'de geçirdiği bu dönemde, iki heykel, iki seramik, bir karikatür sergisi açan Öztürk, son olarak da bir karma seramik sergisine katıldı.
Ömer Karacan'ın kurduğu Radyo Klas'tan gelen teklif üzerine, amatör radyocunun yolu İstanbul'a düştü. Burada, "Gece Tavuğu" adlı bir programıyla profesyonel yayıncılığa başladı ve geniş bir dinleyici kitlesi oluşturdu. Yine Karacan tarafından, 1995'te kurulan Number One TV'ye geçen Öztürk'ün yıldızı burada parladı. Webcam aracılığıyla stüdyodan, "Beyaz" adıyla canlı yayın yapmaya başladı. Programında yüzünün görünmediği, karanlık bir silüetten izleyiciye seslendi ve büyük ilgi gördü. 90'lı yılların ortalarında, kariyerinde radyoculukla başlayan bu süreç, televizyon programları ve stand-up şovlarıyla devam etti.
Number One TV'de geçirdiği uzunca bir zamandan sonra, başka bir televizyon programı için Kanal 6'ya geçti. Ancak, Beyazıt Öztürk'ün adının ülke çapında bilinir hale gelmesinin nedeni olan asıl program, -günümüzde de halen yayınlanmakta olan- "Beyaz Show"dur. Bir "talk-show" niteliğinde olan programın ilk konukları, Hande Ataizi ve Yılmaz Erdoğan'dı. Beyaz Show, komedi ve eğlence unsurlarını da içermesiyle Türk halkı tarafından büyük beğeniyle karşılandı. İlk olarak Kanal D'de yayınlandıktan sonra Star TV'de ekranlara gelmeye başladı. Televizyon çalışmalarının yanı sıra 1999 yılında, "Gemilerde Talim Var" adlı bir de türkü albümü çıkardı. Öztürk, birçok televizyon kanalında farklı programlar da sundu. TRT'de 5+1 Şans Topu ve Kanal D'de "Aileler Yarışıyor" adlı yarışma programının sunuculuğunu yaptı. Bu arada ilk göz ağrısı olan radyoculuktan vazgeçmeyerek, Best FM ve Radyo D'de program yapmaya devam etti.
1997 yılında, yapımcılığını Atıf Yılmaz'ın üstlendiği, Haluk Bilginer ve Türkan Şoray'ın başrolünü paylaştığı "Nihavend Mucize" adlı filmde oynayarak, sinema sektöründe de yer almaya başladı. 2002'de Kanal D'de yayınlanan "Biz Size Aşık Olduk" adlı dizide Cem rolüyle ve 2004'te yine aynı kanalın "Karım ve Annem" dizisinde Levent rolüyle ekranlarda karşımıza çıktı. Birçok reklam ve müzik klibinde oynamasının yanında, Aktüel dergisinde, "Kardan Adam" adını verdiği bir köşe için makaleler yazmaya başladı.
2005 yılında, "O Şimdi Mahkum" adlı filmdeki rolünün ardından, yine aynı yıl, Haluk Bilginer'le birlikte "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?" filminde, tam anlamıyla oyunculuk yeteneğini sergileme fırsatı buldu. Bu filmdeki performansıyla, Sadri Alışık adına düzenlenen sinema ödüllerinde, "En İyi Erkek Oyuncu" dalında ödüle layık görüldü. 2006 yılında Öztürk, NTV'de, Kadir Çöpdemir ile birlikte "Biri Bana Anlatsın" adlı sohbet programını hazırlayıp sunmaya başladı.
2006 yılında bir anjiyo ameliyatı geçiren Beyazıt Öztürk, 13. yılını dolduran "Beyaz Show" ile "Biri Bana Anlatsın" programlarını halen sunmaya devam ediyor. Şov programının bünyesinde, youtube muadili bir yapım olan, "pikniktube" adlı bir internet sitesini de yürütüyor.
hülya avşar
10 Ekim 1963'te, Balıkesir Edremit'te, Celal ve Emral Avşar'ın ilk çocuğu olarak dünyaya gelen Avşar, Ankara Cumhuriyet Lisesi'nden mezun oldu. Orta öğrenimini tamamlamasının ardından okumaya devam etmeyen ve 1982’de Mehmet Tecirli adlı bir mühendislik ögrencisiyle evlenen, ancak evliliği kısa süren Avşar, henüz 16 yaşındayken hamile olmasına rağmen ayrılık kararı aldı.
1983 yılında boşanmasının hemen ardından İstanbul'a taşınan ve katıldığı, Bulvar Gazetesi tarafından düzenlenen Kâinat Güzellik Yarışması’nda birincilik alan, ancak yarışmanın ertesi günü, Tecirli ile yaptığı evliliği ve boşanması bir gazetede yazılınca, kurallara aykırı olduğu gerekçesiyle tacı geri alınan Avşar, çeşitli reklam filmlerinde boy göstermeye başladı.
Yaşamında dönüm noktası olan 1983 yılında, Fikret Hakan ve Salih Güney ile başrolü paylaştığı "Haram" filmi ile oyunculuk kariyerine ilk adımı atan ve daha sonra, 1984 yılında Kenan Kalav'la başrolü paylaştığı ikinci filmi Tutku’da oynayan Avşar, 1985’te batağa batırılan bir kızı canlandırdığı, "Tele Kızlar"da Tarık Akan'la birlikte oynadı. Aynı yıl Tolga Savacı'yla "Sekreter"i ve İbrahim Tatlıses'le de "Mavi Mavi"yi çeviren Avşar, 1986 yılında Hakan Balamir'le başrolü paylaştığı "Üç Halka 25", Aytaç Arman'la oynadığı "Fatmagül'ün Suçu Ne" gibi filmlerin yanı sıra, "Kısrak", "Alın Yazım", "Dağlı Güvercin" ve "Sevda Ateşi" gibi filmlerde de rol aldı.
1987 yılında "Alamancının Karısı" ve "Bir Kırık Bebek" çektiği filmlerin ardından, 1989 yılında, Sinema Yazarları Derneği’nin düzenlediği yarışmada "en iyi kadın oyuncu" seçilen, "Fazilet" ve "Öğretmen Zeynep" filmlerinde rol alan Avşar, 1990’da başrolü Yaman Okay ile paylaştığı "Benim Sinemalarım"daki rolüyle, 9. Uluslararası Tahran Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü aldı.
Aynı yıl çevirdiği "Hasan Boğuldu"da Yalçın Dümer'le başrolü oynayan Avşar, Sinan Çetin'in yönetmenliğini yaptığı ve Cem Özer'le başrolü paylaştığı, 1993 yapımı "Berlin in Berlin" filmdeki rolüyle Uluslararası Moskova Film Festivali'nde "en iyi kadın oyuncu" ödülünü alarak, yurt dışında düzenlenen bir festivalde ödül alan tek Türk kadın sinema sanatçısı oldu. Bu filmiyle, Kültür Bakınlığı'ndan Sinema Başarı Ödülü, ve Sinema Yazarları Derneği'nden "en iyi 5. film" ödülünün de sahibi olan ve 1995 yılında Mehmet Aslantuğ ile, evlilik ve aşk ilişkilerinde mutlu olamayan bir kadının öyküsünün işlendiği, "Bir Kadının Anatomisi" adlı filmde oynayan Avşar, Tomris Giritlioğlu'nun yönettiği, 1999 yapımı Salkım Hanım'ın Taneleri filminde büyük beğeni topladı.
Çektiği filmlerle şöhretin basamaklarını hızla tırmanan ancak bununla yetinmeyen Avşar, şarkıcılığın ardından, program sunuculuğuna ve tiyatroculuğa da başladı.
1980’lerin sonunda müzik hayatına adım atan Avşar, assolist olarak sahnelerde yerini aldı. Müzik eğitimi aldıktan sonra yurtiçi ve yurtdışı konserleri veren Avşar, 1988 yılında çıkardığı Herşey Gönlünce Olsun albümünün ardından, 1990’da Hatırlarmısın, 1991’de Hülya Gibi, 1993’te Dost musun Düşman mı, 1995’te Yarası Saklım, 1999’da Hayat Böyle, 2000’de Sevdim ve 2002’de de, Aşıklar Delidir adında albümlere imzasını atan Avşar, 2000 yılında, Kral TV tarafından düzenlenen yılın müzik ödüllerinde, en iyi kadın şarkıcı ödülünün sahibi oldu. Barış Manço’nun anısına hazırlanan karışık albümde, Zalim Sultan’ı okudu.
90’lı yılların başında, bir sene kadar Günaydın Gazetesi'nde köşe yazarlığı yaptıktan sonra, televizyona geçiş yapan ve 1993 yılında, Sevginin Gücü dizisinde oynamasının ardından, 1995’de Süper Yıldız, 1998’de Ah Bir Zengin Olsam, 2000’de de, Savunma dizisinde rol aldı. 2004 senesinde, Zümrüt ve Kadın İsterse dizilerinde oynayan Avşar, 2006 yapımı Kadın Severse’nin yanı sıra, Anadolu Kaplanı dizisinde de konuk oyuncu olarak rol aldı.
Yönetmenliğini, Birkan Uz ve Uğur Aksay’ın yaptığı ve Medyapım tarafından, talk show formatında yayınlanan Hülya Avşar Show, Türkiye'de ilk defa Uğur Aksay tarafından uygulanan, 16/9 mm sinematografik formatta, dijital reji ile çekilen show programı olma özelliğini taşımaktadır.
Müzik, sinema, televizyon çalışmalarının ardından Aralık 2000 de kendi adını taşıyan Hülya Dergisi'ni çıkarmaya başlayan ve ilk tiyatro deneyimini, 2002 yılında, Mazlum Kiper’in yönettiği, "Bugün Benim Doğum Günüm" adlı tek kişilik oyununda yaşayan Avşar, Nisan 2003’te, ilk kitabı "Mavi Yansıma"yı elektronik ortamda yayınladı.
Ağırlıklı olarak spor dallarından tenise zaman ayıran, vakıf ve derneklere büyük ilgisi olan Avşar, Ajans Press'in 953 ulusal, bölgesel ve yerel yayında, 2005 yılının ilk 5 ayını mercek altına aldığı araştırmasında, hakkında çıkan tam 1940 haber ile birinci sırada yer aldı.
AC Nielsen’in, "Marka olduğuna inandığınız sanatçı" sorusuna, ankete katılanların yüzde 40'ı 'Marka olmuş sanatçı yok' cevabını verdi. Halkın yarısı marka olmuş bir sanatçı olmadığına inanırken, diðer yarısı ise Hülya Avşar'ı 'en marka sanatçı' olarak seçti. Avşar, yüzde 15.8 ile ilk sırada yer alırken, İbrahim Tatlıses yüzde 9,5 ile ikinci ve Tarkan yüzde 8,5 ile üçüncü yer aldı.
Rol aldığı filmler, diziler ve şarkıcılığının yanı sıra, futbolcu Tanju Çolak, Coşkun Sabah, Osman Hattat, Mehmet Aşıcıoğlu gibi isimlerle yaşadığı ilişkilerle de adından söz ettiren Avşar, Mehmet Tecirli’nin ardından ikinci evliliğini, Ağustos 1997’de, üç aylık hamileyken, daha önce Ayşem Saraçoğlu'yla evlenen, işadamı Kaya Çilingiroğlu ile Paris'te gerçekleştirdi.
2005 yılında, Kadıköy 3. Aile Mahkemesi'nde yapılan ve yaklaşık bir saat süren duruşma sonunda, "şiddetli geçimsizlik nedeniyle aile birliğinin sarsıldığı" gerekçesiyle tek celsede boşanan, Hülya Avşar Kaya Çilingiroğlu çifitinin, ayrılığın ardından velayeti Avşar'a verilen, 15 Ocak 1998 doğumlu, Zehra adında bir kız çocukları vardır.
1983 yılında boşanmasının hemen ardından İstanbul'a taşınan ve katıldığı, Bulvar Gazetesi tarafından düzenlenen Kâinat Güzellik Yarışması’nda birincilik alan, ancak yarışmanın ertesi günü, Tecirli ile yaptığı evliliği ve boşanması bir gazetede yazılınca, kurallara aykırı olduğu gerekçesiyle tacı geri alınan Avşar, çeşitli reklam filmlerinde boy göstermeye başladı.
Yaşamında dönüm noktası olan 1983 yılında, Fikret Hakan ve Salih Güney ile başrolü paylaştığı "Haram" filmi ile oyunculuk kariyerine ilk adımı atan ve daha sonra, 1984 yılında Kenan Kalav'la başrolü paylaştığı ikinci filmi Tutku’da oynayan Avşar, 1985’te batağa batırılan bir kızı canlandırdığı, "Tele Kızlar"da Tarık Akan'la birlikte oynadı. Aynı yıl Tolga Savacı'yla "Sekreter"i ve İbrahim Tatlıses'le de "Mavi Mavi"yi çeviren Avşar, 1986 yılında Hakan Balamir'le başrolü paylaştığı "Üç Halka 25", Aytaç Arman'la oynadığı "Fatmagül'ün Suçu Ne" gibi filmlerin yanı sıra, "Kısrak", "Alın Yazım", "Dağlı Güvercin" ve "Sevda Ateşi" gibi filmlerde de rol aldı.
1987 yılında "Alamancının Karısı" ve "Bir Kırık Bebek" çektiği filmlerin ardından, 1989 yılında, Sinema Yazarları Derneği’nin düzenlediği yarışmada "en iyi kadın oyuncu" seçilen, "Fazilet" ve "Öğretmen Zeynep" filmlerinde rol alan Avşar, 1990’da başrolü Yaman Okay ile paylaştığı "Benim Sinemalarım"daki rolüyle, 9. Uluslararası Tahran Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü aldı.
Aynı yıl çevirdiği "Hasan Boğuldu"da Yalçın Dümer'le başrolü oynayan Avşar, Sinan Çetin'in yönetmenliğini yaptığı ve Cem Özer'le başrolü paylaştığı, 1993 yapımı "Berlin in Berlin" filmdeki rolüyle Uluslararası Moskova Film Festivali'nde "en iyi kadın oyuncu" ödülünü alarak, yurt dışında düzenlenen bir festivalde ödül alan tek Türk kadın sinema sanatçısı oldu. Bu filmiyle, Kültür Bakınlığı'ndan Sinema Başarı Ödülü, ve Sinema Yazarları Derneği'nden "en iyi 5. film" ödülünün de sahibi olan ve 1995 yılında Mehmet Aslantuğ ile, evlilik ve aşk ilişkilerinde mutlu olamayan bir kadının öyküsünün işlendiği, "Bir Kadının Anatomisi" adlı filmde oynayan Avşar, Tomris Giritlioğlu'nun yönettiği, 1999 yapımı Salkım Hanım'ın Taneleri filminde büyük beğeni topladı.
Çektiği filmlerle şöhretin basamaklarını hızla tırmanan ancak bununla yetinmeyen Avşar, şarkıcılığın ardından, program sunuculuğuna ve tiyatroculuğa da başladı.
1980’lerin sonunda müzik hayatına adım atan Avşar, assolist olarak sahnelerde yerini aldı. Müzik eğitimi aldıktan sonra yurtiçi ve yurtdışı konserleri veren Avşar, 1988 yılında çıkardığı Herşey Gönlünce Olsun albümünün ardından, 1990’da Hatırlarmısın, 1991’de Hülya Gibi, 1993’te Dost musun Düşman mı, 1995’te Yarası Saklım, 1999’da Hayat Böyle, 2000’de Sevdim ve 2002’de de, Aşıklar Delidir adında albümlere imzasını atan Avşar, 2000 yılında, Kral TV tarafından düzenlenen yılın müzik ödüllerinde, en iyi kadın şarkıcı ödülünün sahibi oldu. Barış Manço’nun anısına hazırlanan karışık albümde, Zalim Sultan’ı okudu.
90’lı yılların başında, bir sene kadar Günaydın Gazetesi'nde köşe yazarlığı yaptıktan sonra, televizyona geçiş yapan ve 1993 yılında, Sevginin Gücü dizisinde oynamasının ardından, 1995’de Süper Yıldız, 1998’de Ah Bir Zengin Olsam, 2000’de de, Savunma dizisinde rol aldı. 2004 senesinde, Zümrüt ve Kadın İsterse dizilerinde oynayan Avşar, 2006 yapımı Kadın Severse’nin yanı sıra, Anadolu Kaplanı dizisinde de konuk oyuncu olarak rol aldı.
Yönetmenliğini, Birkan Uz ve Uğur Aksay’ın yaptığı ve Medyapım tarafından, talk show formatında yayınlanan Hülya Avşar Show, Türkiye'de ilk defa Uğur Aksay tarafından uygulanan, 16/9 mm sinematografik formatta, dijital reji ile çekilen show programı olma özelliğini taşımaktadır.
Müzik, sinema, televizyon çalışmalarının ardından Aralık 2000 de kendi adını taşıyan Hülya Dergisi'ni çıkarmaya başlayan ve ilk tiyatro deneyimini, 2002 yılında, Mazlum Kiper’in yönettiği, "Bugün Benim Doğum Günüm" adlı tek kişilik oyununda yaşayan Avşar, Nisan 2003’te, ilk kitabı "Mavi Yansıma"yı elektronik ortamda yayınladı.
Ağırlıklı olarak spor dallarından tenise zaman ayıran, vakıf ve derneklere büyük ilgisi olan Avşar, Ajans Press'in 953 ulusal, bölgesel ve yerel yayında, 2005 yılının ilk 5 ayını mercek altına aldığı araştırmasında, hakkında çıkan tam 1940 haber ile birinci sırada yer aldı.
AC Nielsen’in, "Marka olduğuna inandığınız sanatçı" sorusuna, ankete katılanların yüzde 40'ı 'Marka olmuş sanatçı yok' cevabını verdi. Halkın yarısı marka olmuş bir sanatçı olmadığına inanırken, diðer yarısı ise Hülya Avşar'ı 'en marka sanatçı' olarak seçti. Avşar, yüzde 15.8 ile ilk sırada yer alırken, İbrahim Tatlıses yüzde 9,5 ile ikinci ve Tarkan yüzde 8,5 ile üçüncü yer aldı.
Rol aldığı filmler, diziler ve şarkıcılığının yanı sıra, futbolcu Tanju Çolak, Coşkun Sabah, Osman Hattat, Mehmet Aşıcıoğlu gibi isimlerle yaşadığı ilişkilerle de adından söz ettiren Avşar, Mehmet Tecirli’nin ardından ikinci evliliğini, Ağustos 1997’de, üç aylık hamileyken, daha önce Ayşem Saraçoğlu'yla evlenen, işadamı Kaya Çilingiroğlu ile Paris'te gerçekleştirdi.
2005 yılında, Kadıköy 3. Aile Mahkemesi'nde yapılan ve yaklaşık bir saat süren duruşma sonunda, "şiddetli geçimsizlik nedeniyle aile birliğinin sarsıldığı" gerekçesiyle tek celsede boşanan, Hülya Avşar Kaya Çilingiroğlu çifitinin, ayrılığın ardından velayeti Avşar'a verilen, 15 Ocak 1998 doğumlu, Zehra adında bir kız çocukları vardır.
gülben ergen
Gülben Ergen Erdoğan, 25 Ağustos 1972’de Mazhar ve Gülser Ergen’in kızı olarak İstanbul’da dünyaya geldi. İlkokuldan sonra Erenköy Kız Lisesi’nde orta öğrenimini tamamlayan Ergen, lise öğrenimini ise Kadıköy Ticaret Lisesi’nde aldı. Ergen, 1987’de lise 2. sınıftayken katıldığı Sinema Yıldızı Yarışması’nda 2. seçildi. Hürriyet Gazetesi tarafından düzenlenen bu yarışma sayesinde tanınan bir yüz haline gelen Ergen, liseyi bitirdikten sonra mankenlik yapmaya başladı.
1988 yapımı Bülent Ersoy ve İsmet Özhan’ın başrolünde olduğu Samim Değer filmi Biz Ayrılamayız (Mine rolünde), Ergen’in ilk sinema filmi oldu. Yine 1988‘de Kartal Tibet’in yönettiği ve Kenan Kalav’la birlikte oynadığı Deniz Yıldızı filminin ardından, Cüneyt Arkın ile Av (1989), Serdar Gökhan ve Eşref Kolçak’la birlikte ise Kanun Savaşçıları (1989) adlı filmler, 18’indeyken kendisinden beş yaş büyük ağabeyini trafik kazasında kaybeden Ergen’in oynadığı diğer filmler oldu.
Ergen, 1990’da Orhan Kemal’in ünlü eserini TRT ekranına taşıyan ve büyük beğeni toplayan Hanımın Çiftliği adlı dizi filmde; Erol Taş, İlknur Bozkurt ve Fikret Hakan’la birlikte rol aldı. 1991’de Osman F. Seden’in senaryosunu yazıp yönettiği ve Halide Edip Adıvar’ın eserinden uyarlanan Yol Palas Cinayeti, 1992’de ise yine Osman F. Seden imzalı İki Kız Kardeş adlı filmlerde, Aydan Şener’le birlikte kamera karşısına geçti.
1994’te ünlü Maksim Gazinosu’nda, İbrahim Tatlıses’in alt kadrosunda yer alan Gülben Ergen, aynı zamanda ünlü türkücünün Haydi Söyle adlı parçasının klibinde oynadı. Bunun ardından yine 1994’de Tatlıses’in başrolünde olduğu ve yönetmenliğini de üstlendiği ''Fırat'' adlı dizide rol aldı. Ergen, bu dizinin çekimleri sırasında Fırat Nehri’nde geçen bir sahne sırasında kuvvetli akıntı nedeniyle çok zor anlar yaşadı.
Şarkıcılık konusunda da yeteneğini ortaya seren Ergen, 1997‘de ''Merhaba'' adlı ilk albümünü çıkardı. 1998’de cuma, cumartesi ve pazar günleri, Bostancı Gösteri Merkezi’nde Huysuz Virgin (namı diğer Seyfi Dursunoğlu) ile ''Castra Castra Show'' adını verdikleri bir şov sergiledi. Televizyon izleyicileri için hazırladığı ''Gümbür Gümbür Gülbence'' programı ile hayran kitlesini iyice arttıran Gülben Ergen’in atladığı önemli basamaklardan birisi de Kadir İnanır ile birlikte çevirdiği ''Marziye'' isimli dizi oldu. Diziye de ismine veren Marziye karakterini canlandıran Ergen, 1998-2000 yılları boyunca televizyon izleyicisini ekrana kitlemeyi başardı.
1999 yılında Avşa Film Festivali, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü başta olmak üzere birçok ödüle layık görülen Gülben Ergen, yıl biterken ''Kör Aşık'' adlı ikinci albümünü piyasaya sürdü. 2000 yılında Haldun Dormen ve Kenan Işık ile birlikte ''Dadı'' adlı dizide buluşan Ergen, ''Melek'' isimli bir dadıyı canlandırdığı bu komedi dizisinde de başarısını gösterdi ve Magazin Gazetecileri Derneği, 9. Altın Objektif Ödülleri’nde 2000 yılının En İyi Kadın TV Yıldızı Ödülü’ne layık görüldü. Ergen aynı zamanda Altın Kelebek, 2000 yılının En İyi Kadın Oyuncusu Ödülü’nün de sahibi oldu.
2001’de genel yayın yönetmenliğini üstlendiği Gülbence isimli bir dergi çıkaran Ergen, 2003’de Ali Sürmeli, Yasemin Kozanoğlu ve Deniz Türkali ile birlikte başrollerini paylaştığı, yayını sadece 8 bölüm süren Hürrem Sultan adlı dizide rol aldı. Ünlü kanuni ve Türk müziği orkestra şefi Taşkın Sabah’la çalışmaya başlayan Ergen, son 4 albümünü de (Sade ve Sadece-2002, Uçacaksın-2005, 9+1 Fıkır Fıkır-2005 ve Gülben Ergen-2006) Sabah’ın müzik yönetmenliği eşliğinde hazırladı.
Gülben Ergen, 2004 yılının eylül ayında ''Sultan’s of the Dance'' ve ''Anadolu Ateşi'' adlı şovlarıyla adını dıyuran ve Yılmaz Erdoğan’ın da kardeşi olan Mustafa Erdoğan ile evlendi. Ergen, 18 Ocak 2007’de Atlas ismini verdikleri bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Gülben Ergen Erdoğan ve Mustafa Erdoğan çifti, yakınları ve hayranları tarafından hastaneye gönderilecek çiçekler yerine, Tema Vakfı aracılığıyla bağışlanan fidanlarla gerçekleşen Atlas Bebek Ormanı’nı oluşturdu. 2008 yılında müzik çalışmalarına devam eden sanatçı "Aşk Hiç Bitmez" adlı albümü ile müzik piyasasına güçlü bir dönüş yaptı.
Ödülleri:
1987 - Hürriyet Gazetesi Sinema Güzeli 2. ödülü,
1999 - MGD Tv Başarı Ödülü,
1999 - Avşa Film Festivali En İyi Bayan Oyuncu ödülü,
1999 - TGRT Evita Gülbence programının gösterdiği başarılı grafik ödülü
1999 - Magazin Gazetecileri Derneği - 7.Altın Objektif Ödülleri- 1998 yılının televizyon başarısı ödülü
2000 - MGD En İyi TV yıldızı,
2000 - Magazin Gazetecileri Derneği - 8. Altın Objektif Ödülleri - 1999 yılının televizyon en iyi kadın tv yıldızı ödülü
2001 - Magazin Gazetecileri Derneği - 9. Altın Objektif Ödülleri - 2000 yılının televizyon en iyi kadın tv yıldızı ödülü
2001- Altın Kelebek - 2000 yılının en iyi kadın oyuncusu ödülü
2001 - Bizim Lösemili Çocuklar Vakfı Onur Üyeliği,
2002 - MGD En İyi Kadın Oyuncu,
2002 - Altın Kelebek En İyi Tv Oyuncusu,
2004 - Kral Tv Video Müzik Ödülleri - En iyi arabesk - fantazi kadın şarkıcı,
2005 - Kadir Has Üniversitesi - En has albüm: Uçacaksın
2005 - 2004 Yılının en iyi tüketicisi ödülü
2005 - 6.Tüketiciyle Dost Altın Kalite Zirvesi 2004 yılının en iyi sanatçısı ödülü
2005 - Fatih Üniversitesi 2004 Yılının En Aktif Kadın Sanatçısı Ödülü
2005 - Müyap en çok satan albüm ödülü (600 binlik satış ile uçacaksın albümü).
2006 - Altın Nota Müzik Ödülleri 2005 yılının en iyi Pop-Fantezi Kadın Sanatçısı ödülü
2006 - Kadir Has Üniversitesi - En has albüm: 9+1 Fıkır Fıkır
2006 - Jetix Ödül Töreni - En iyi kadın şarkıcı
yonca evcimik
1988 yapımı Bülent Ersoy ve İsmet Özhan’ın başrolünde olduğu Samim Değer filmi Biz Ayrılamayız (Mine rolünde), Ergen’in ilk sinema filmi oldu. Yine 1988‘de Kartal Tibet’in yönettiği ve Kenan Kalav’la birlikte oynadığı Deniz Yıldızı filminin ardından, Cüneyt Arkın ile Av (1989), Serdar Gökhan ve Eşref Kolçak’la birlikte ise Kanun Savaşçıları (1989) adlı filmler, 18’indeyken kendisinden beş yaş büyük ağabeyini trafik kazasında kaybeden Ergen’in oynadığı diğer filmler oldu.
Ergen, 1990’da Orhan Kemal’in ünlü eserini TRT ekranına taşıyan ve büyük beğeni toplayan Hanımın Çiftliği adlı dizi filmde; Erol Taş, İlknur Bozkurt ve Fikret Hakan’la birlikte rol aldı. 1991’de Osman F. Seden’in senaryosunu yazıp yönettiği ve Halide Edip Adıvar’ın eserinden uyarlanan Yol Palas Cinayeti, 1992’de ise yine Osman F. Seden imzalı İki Kız Kardeş adlı filmlerde, Aydan Şener’le birlikte kamera karşısına geçti.
1994’te ünlü Maksim Gazinosu’nda, İbrahim Tatlıses’in alt kadrosunda yer alan Gülben Ergen, aynı zamanda ünlü türkücünün Haydi Söyle adlı parçasının klibinde oynadı. Bunun ardından yine 1994’de Tatlıses’in başrolünde olduğu ve yönetmenliğini de üstlendiği ''Fırat'' adlı dizide rol aldı. Ergen, bu dizinin çekimleri sırasında Fırat Nehri’nde geçen bir sahne sırasında kuvvetli akıntı nedeniyle çok zor anlar yaşadı.
Şarkıcılık konusunda da yeteneğini ortaya seren Ergen, 1997‘de ''Merhaba'' adlı ilk albümünü çıkardı. 1998’de cuma, cumartesi ve pazar günleri, Bostancı Gösteri Merkezi’nde Huysuz Virgin (namı diğer Seyfi Dursunoğlu) ile ''Castra Castra Show'' adını verdikleri bir şov sergiledi. Televizyon izleyicileri için hazırladığı ''Gümbür Gümbür Gülbence'' programı ile hayran kitlesini iyice arttıran Gülben Ergen’in atladığı önemli basamaklardan birisi de Kadir İnanır ile birlikte çevirdiği ''Marziye'' isimli dizi oldu. Diziye de ismine veren Marziye karakterini canlandıran Ergen, 1998-2000 yılları boyunca televizyon izleyicisini ekrana kitlemeyi başardı.
1999 yılında Avşa Film Festivali, En İyi Kadın Oyuncu Ödülü başta olmak üzere birçok ödüle layık görülen Gülben Ergen, yıl biterken ''Kör Aşık'' adlı ikinci albümünü piyasaya sürdü. 2000 yılında Haldun Dormen ve Kenan Işık ile birlikte ''Dadı'' adlı dizide buluşan Ergen, ''Melek'' isimli bir dadıyı canlandırdığı bu komedi dizisinde de başarısını gösterdi ve Magazin Gazetecileri Derneği, 9. Altın Objektif Ödülleri’nde 2000 yılının En İyi Kadın TV Yıldızı Ödülü’ne layık görüldü. Ergen aynı zamanda Altın Kelebek, 2000 yılının En İyi Kadın Oyuncusu Ödülü’nün de sahibi oldu.
2001’de genel yayın yönetmenliğini üstlendiği Gülbence isimli bir dergi çıkaran Ergen, 2003’de Ali Sürmeli, Yasemin Kozanoğlu ve Deniz Türkali ile birlikte başrollerini paylaştığı, yayını sadece 8 bölüm süren Hürrem Sultan adlı dizide rol aldı. Ünlü kanuni ve Türk müziği orkestra şefi Taşkın Sabah’la çalışmaya başlayan Ergen, son 4 albümünü de (Sade ve Sadece-2002, Uçacaksın-2005, 9+1 Fıkır Fıkır-2005 ve Gülben Ergen-2006) Sabah’ın müzik yönetmenliği eşliğinde hazırladı.
Gülben Ergen, 2004 yılının eylül ayında ''Sultan’s of the Dance'' ve ''Anadolu Ateşi'' adlı şovlarıyla adını dıyuran ve Yılmaz Erdoğan’ın da kardeşi olan Mustafa Erdoğan ile evlendi. Ergen, 18 Ocak 2007’de Atlas ismini verdikleri bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Gülben Ergen Erdoğan ve Mustafa Erdoğan çifti, yakınları ve hayranları tarafından hastaneye gönderilecek çiçekler yerine, Tema Vakfı aracılığıyla bağışlanan fidanlarla gerçekleşen Atlas Bebek Ormanı’nı oluşturdu. 2008 yılında müzik çalışmalarına devam eden sanatçı "Aşk Hiç Bitmez" adlı albümü ile müzik piyasasına güçlü bir dönüş yaptı.
Ödülleri:
1987 - Hürriyet Gazetesi Sinema Güzeli 2. ödülü,
1999 - MGD Tv Başarı Ödülü,
1999 - Avşa Film Festivali En İyi Bayan Oyuncu ödülü,
1999 - TGRT Evita Gülbence programının gösterdiği başarılı grafik ödülü
1999 - Magazin Gazetecileri Derneği - 7.Altın Objektif Ödülleri- 1998 yılının televizyon başarısı ödülü
2000 - MGD En İyi TV yıldızı,
2000 - Magazin Gazetecileri Derneği - 8. Altın Objektif Ödülleri - 1999 yılının televizyon en iyi kadın tv yıldızı ödülü
2001 - Magazin Gazetecileri Derneği - 9. Altın Objektif Ödülleri - 2000 yılının televizyon en iyi kadın tv yıldızı ödülü
2001- Altın Kelebek - 2000 yılının en iyi kadın oyuncusu ödülü
2001 - Bizim Lösemili Çocuklar Vakfı Onur Üyeliği,
2002 - MGD En İyi Kadın Oyuncu,
2002 - Altın Kelebek En İyi Tv Oyuncusu,
2004 - Kral Tv Video Müzik Ödülleri - En iyi arabesk - fantazi kadın şarkıcı,
2005 - Kadir Has Üniversitesi - En has albüm: Uçacaksın
2005 - 2004 Yılının en iyi tüketicisi ödülü
2005 - 6.Tüketiciyle Dost Altın Kalite Zirvesi 2004 yılının en iyi sanatçısı ödülü
2005 - Fatih Üniversitesi 2004 Yılının En Aktif Kadın Sanatçısı Ödülü
2005 - Müyap en çok satan albüm ödülü (600 binlik satış ile uçacaksın albümü).
2006 - Altın Nota Müzik Ödülleri 2005 yılının en iyi Pop-Fantezi Kadın Sanatçısı ödülü
2006 - Kadir Has Üniversitesi - En has albüm: 9+1 Fıkır Fıkır
2006 - Jetix Ödül Töreni - En iyi kadın şarkıcı
Resmin orjinal halini görmek için tıklayınız.Orjinal Hali 650x867 (231 KB) |
yonca evcimik
İstanbul’da doğdu. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Yüksek Bale Bölümü’nden mezun oldu. 1978-1990 yılları arasında müzikallerde profesyonel dansçı ve şarkıcı olarak çalıştı. Aynı tarihlerde birçok tiyatroda oyunculuk yaptı.
1979’da Şan Tiyatrosu’na girdi. 1984’e kadar burada birçok oyun ve müzikallerde yer aldı. Yedi Kocalı Hürmüz, Hisseli Harikalar Kumpanyası, Şen Sazın Bülbülleri, Nükhet Duru ve On Yıl Geçti, Ajda Pekkan Süperstar, Hababam Sınıfı ve Carmen rol aldığı çalışmalardır. Bu dönemde ayrıca Hababam Sınıfı Güle Güle ve Kızlar Sınıfı adlı filmlerde de oynadı. 1985-1988 yılları arasında, Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda Yasaklar, Aşkolsun, Geceler, Reklamlar ve Deliler adlı oyunlarda rol aldı. 1989-1990 yılları arası Gülhane Etkinlikleri’nde sunucu ve Show Girl olarak çalıştı. 1994’de Türkiye’de bir ilki gerçekleştirerek ülkemizin ilk single’ını yaptı. "8:15 VAPURU" adlı bu single, kısa sürede müzik marketlerde ilk sıralara yükseldi. Aslında bu single’ı yapmaktaki amacı, yeni albümü "YONCA EVCİMİK 1994" ü tanıtmaktı. Bu üçüncü albümü, 1994 yılı Temmuz ayında marketlere girdi. Farklı bir tarz deneyen sanatçı, Jamaican Rap Sound’un Türkiye’de ilk kez kullanıldığı bu albümle popülaritesinden ve başarısından bir şey kaybetmediğini kanıtladı. Artık sıra her zamanki gibi ‘yeni ve ilk’ şeyler yapmaya gelmişti. Bu amaçla kendisine gelen teklifleri değerlendiren Evcimik , bu kez gerçek anlamda House Musıc ve Soul Vokal çalışması yaparak Avrupa ve dünyaya açılan ilk pop sanatçımız oldu
29 Eylül 1995’de parçanın klibi MTV Party Zone’da gösterildi. 30 Eylül 1995’de Amsterdam Chemistry Dance Club’da yapılan Avrupa Premieri ile çalışmaları start aldı. Gerek promosyonun tamamıyla Avrupa’ya dönük olması ve gerekse single formatının sadece Avrupa’da piyasaya çıkacak olması, bu girişimi daha da önemli kıldı Parça, Hollanda’da 12 inch (promo) ve cd formatında basıldı ve ‘I’m Hot For You’, onun Dub Miksi ve ‘Haydi Durma Dans Et’ adlı üç parçalık single, 1 Ekim 1995’de Avrupa’da satışa sunuldu. Parçanın klibi ise, yurtdışından gelen bir ekip tarafından üç gün ve gece çalışılarak çekildi. Daha önce çektiği video kliplerden ikisi ödül almış Rene Nujiens, klibin yönetmenliğini üstlenirken, prodüktörlüğünü de aynı zamanda ‘I’m Hot For You’ isimli parçanın söz yazarı olan Richard Cameron yaptı. 1997 yılında ‘YAŞASIN KÖTÜLÜK’ isimli single çalışması piyasaya sürüldü 1998’de ‘GÜNAHA DAVET’ adlı albümü ile tekrar hayranlarıyla buluştu ve müzik listelerindeki yerini aldı.
Evcimik’in ayrıca prodüksiyon çalışmaları da bulunuyor. Birkaç İyi Adam ve Çıtır Kızlar gruplarının single ve albümlerinin prodüktörlüğünü de üstlendi. Tüm bu çalışmaların yanısıra Evcimik, başka bir yönünü de ortaya koyarak klip yönetmenliğine soyundu. Kendi kliplerinin yanısıra prodüktörlüğünü yaptığı Çıtır Kızlar Ve Birkaç İyi Adam gruplarının da birçok klibini yönetti
1991’de Türk Pop Müziğine yeni boyutlar getirerek başladığı çalışmalarının karşılığını birçok ödül alarak gördü. "ABONE" ile başlayan müzik maratonunda aldığı ödüller arasında "En Çok Satan Albüm Ödülü", "Ümit Vaad Eden Sanatçı Ödülü" ve en son olarak Türkiye’nin tek müzik kanalının düzenlediği organizasyonda "Yılın En İyi Kadın Pop Sanatçısı Ödülü" ve KKTC’de düzenlenen bir törende de "Yılın Kadın Pop Sanatçısı Ödülü" bulunmaktadır
Funda Arar
1979’da Şan Tiyatrosu’na girdi. 1984’e kadar burada birçok oyun ve müzikallerde yer aldı. Yedi Kocalı Hürmüz, Hisseli Harikalar Kumpanyası, Şen Sazın Bülbülleri, Nükhet Duru ve On Yıl Geçti, Ajda Pekkan Süperstar, Hababam Sınıfı ve Carmen rol aldığı çalışmalardır. Bu dönemde ayrıca Hababam Sınıfı Güle Güle ve Kızlar Sınıfı adlı filmlerde de oynadı. 1985-1988 yılları arasında, Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda Yasaklar, Aşkolsun, Geceler, Reklamlar ve Deliler adlı oyunlarda rol aldı. 1989-1990 yılları arası Gülhane Etkinlikleri’nde sunucu ve Show Girl olarak çalıştı. 1994’de Türkiye’de bir ilki gerçekleştirerek ülkemizin ilk single’ını yaptı. "8:15 VAPURU" adlı bu single, kısa sürede müzik marketlerde ilk sıralara yükseldi. Aslında bu single’ı yapmaktaki amacı, yeni albümü "YONCA EVCİMİK 1994" ü tanıtmaktı. Bu üçüncü albümü, 1994 yılı Temmuz ayında marketlere girdi. Farklı bir tarz deneyen sanatçı, Jamaican Rap Sound’un Türkiye’de ilk kez kullanıldığı bu albümle popülaritesinden ve başarısından bir şey kaybetmediğini kanıtladı. Artık sıra her zamanki gibi ‘yeni ve ilk’ şeyler yapmaya gelmişti. Bu amaçla kendisine gelen teklifleri değerlendiren Evcimik , bu kez gerçek anlamda House Musıc ve Soul Vokal çalışması yaparak Avrupa ve dünyaya açılan ilk pop sanatçımız oldu
29 Eylül 1995’de parçanın klibi MTV Party Zone’da gösterildi. 30 Eylül 1995’de Amsterdam Chemistry Dance Club’da yapılan Avrupa Premieri ile çalışmaları start aldı. Gerek promosyonun tamamıyla Avrupa’ya dönük olması ve gerekse single formatının sadece Avrupa’da piyasaya çıkacak olması, bu girişimi daha da önemli kıldı Parça, Hollanda’da 12 inch (promo) ve cd formatında basıldı ve ‘I’m Hot For You’, onun Dub Miksi ve ‘Haydi Durma Dans Et’ adlı üç parçalık single, 1 Ekim 1995’de Avrupa’da satışa sunuldu. Parçanın klibi ise, yurtdışından gelen bir ekip tarafından üç gün ve gece çalışılarak çekildi. Daha önce çektiği video kliplerden ikisi ödül almış Rene Nujiens, klibin yönetmenliğini üstlenirken, prodüktörlüğünü de aynı zamanda ‘I’m Hot For You’ isimli parçanın söz yazarı olan Richard Cameron yaptı. 1997 yılında ‘YAŞASIN KÖTÜLÜK’ isimli single çalışması piyasaya sürüldü 1998’de ‘GÜNAHA DAVET’ adlı albümü ile tekrar hayranlarıyla buluştu ve müzik listelerindeki yerini aldı.
Evcimik’in ayrıca prodüksiyon çalışmaları da bulunuyor. Birkaç İyi Adam ve Çıtır Kızlar gruplarının single ve albümlerinin prodüktörlüğünü de üstlendi. Tüm bu çalışmaların yanısıra Evcimik, başka bir yönünü de ortaya koyarak klip yönetmenliğine soyundu. Kendi kliplerinin yanısıra prodüktörlüğünü yaptığı Çıtır Kızlar Ve Birkaç İyi Adam gruplarının da birçok klibini yönetti
1991’de Türk Pop Müziğine yeni boyutlar getirerek başladığı çalışmalarının karşılığını birçok ödül alarak gördü. "ABONE" ile başlayan müzik maratonunda aldığı ödüller arasında "En Çok Satan Albüm Ödülü", "Ümit Vaad Eden Sanatçı Ödülü" ve en son olarak Türkiye’nin tek müzik kanalının düzenlediği organizasyonda "Yılın En İyi Kadın Pop Sanatçısı Ödülü" ve KKTC’de düzenlenen bir törende de "Yılın Kadın Pop Sanatçısı Ödülü" bulunmaktadır
Funda Arar
1975 yılında Ankara’da doğdu. İlköğrenimini Ankara’da, orta ve lise öğrenimini ise Muğla ve Adapazarı’nda tamamladı.
Müziğe olan ilgisi ve yeteneği küçük yaşlarda fark edilen Funda Arar, ilkokul 3. sınıftan itibaren mandolin ve solfej dersleri almaya başladı.
1992 Yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı sınavını ilk 5’in içine girerek kazandı. Okulu bitirdikten sonra iki yıl boyunca müzik öğretmenliği ve sahne çalışması yaptı.
2000 yılı Mart ayında sessiz sakin görünümlü hüzünlü gencecik bir kız üzerinde siyah bir manto güvercinler arasında “ sokaktayım kimsesiz bir sokak ortasında / yürüyorum arkama bakmadan yürüyorum / yolumun karanlığa karışan noktasında / sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum” diye haykırıyordu.
Necip Fazıl Kısakürek’in şiiri “Kaldırımlar” şarkı olmuş ve Türkiye Funda Arar’ı bu şarkıyla tanımıştı. Güçlü sesi usta yorumuyla dikkatleri çekmişti.
Bu hüzünlü şarkının ardından Funda Arar “Aysel” le bizi 1950’li yıllara ***ürdü. O yılların atmosferinde ustaca Tango yapıyordu. Ardından “Sonu Yok Bu Aşkın” ile Funda Arar bu kez bir kumsalda yalnızlığı ve hüznü anlattı.
2001 yılının Şubat ayında ise Kıraç iile birlikte yaptığı düet albüm ile karşımıza çıktı. İlk kliplenen şarkı “Sevgiliye” oldu bu albümde.
“Sevgiliye albümünün bir başka özelliği ise Funda Arar’ın bestecilik yönünü ortaya koyan ilk çalışma olmasıydı. Sözleri ve Müziği Funda Arar’a ait “Seni Düşünürüm” ün klibinin yayına girmesiyle birlikte çok daha geniş kitleler onu tanıdı ve sevdi.
Funda Arar’ın 2002 Mart’ında ikinci solo albümü Alagül’ü müzik severlerin beğenisine sundu. Alagül albümünden ‘Alagül’ ‘Seninim’ ‘Belki Bir Gün’ ve ‘Arapsaçı’ parçalarına klip çekildi.
teoman
Müziğe olan ilgisi ve yeteneği küçük yaşlarda fark edilen Funda Arar, ilkokul 3. sınıftan itibaren mandolin ve solfej dersleri almaya başladı.
1992 Yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı sınavını ilk 5’in içine girerek kazandı. Okulu bitirdikten sonra iki yıl boyunca müzik öğretmenliği ve sahne çalışması yaptı.
2000 yılı Mart ayında sessiz sakin görünümlü hüzünlü gencecik bir kız üzerinde siyah bir manto güvercinler arasında “ sokaktayım kimsesiz bir sokak ortasında / yürüyorum arkama bakmadan yürüyorum / yolumun karanlığa karışan noktasında / sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum” diye haykırıyordu.
Necip Fazıl Kısakürek’in şiiri “Kaldırımlar” şarkı olmuş ve Türkiye Funda Arar’ı bu şarkıyla tanımıştı. Güçlü sesi usta yorumuyla dikkatleri çekmişti.
Bu hüzünlü şarkının ardından Funda Arar “Aysel” le bizi 1950’li yıllara ***ürdü. O yılların atmosferinde ustaca Tango yapıyordu. Ardından “Sonu Yok Bu Aşkın” ile Funda Arar bu kez bir kumsalda yalnızlığı ve hüznü anlattı.
2001 yılının Şubat ayında ise Kıraç iile birlikte yaptığı düet albüm ile karşımıza çıktı. İlk kliplenen şarkı “Sevgiliye” oldu bu albümde.
“Sevgiliye albümünün bir başka özelliği ise Funda Arar’ın bestecilik yönünü ortaya koyan ilk çalışma olmasıydı. Sözleri ve Müziği Funda Arar’a ait “Seni Düşünürüm” ün klibinin yayına girmesiyle birlikte çok daha geniş kitleler onu tanıdı ve sevdi.
Funda Arar’ın 2002 Mart’ında ikinci solo albümü Alagül’ü müzik severlerin beğenisine sundu. Alagül albümünden ‘Alagül’ ‘Seninim’ ‘Belki Bir Gün’ ve ‘Arapsaçı’ parçalarına klip çekildi.
teoman
20 Kasım 1967´de Giresun Alucra´da dünyaya gelen Teoman Yakupoğlu, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünden mezun. İstanbul Üniversitesi Kadın Araştırmaları bölümünde masterini tamamlayan Teoman, ilk müzik grubu Indians´ı 1986 yılında arkadaşlarıyla birlikte kurdu ve uzun yıllar bu grubun solistliğini yaptı.Bir çok konser ve kayıt çalışmalarının ardından, grubun dağılması ile birlikte çeşitli sanatçıların albümlerinde ve bir çok grupta solist olarak yer aldı.
1996 yılında Roxy´de gerçekleştirilen 'Roxy Müzik Yarışması' nda, ilk solo albümünde de yer alan 'Ne Ekmek ne de Su' ve 'Yollar' isimli parçalarıyla 'en iyi beste' ve 'en iyi grup' ödüllerini aldı. Teoman 1996 yılında ilk albümü 'Teoman'ı İstanbul Plak'dan çıkardı. 1998 yılında piyasaya çıkan 'O' isimli ikinci albümünde NR1 Müzik ile çalışmaya başlayan Teoman, üçüncü albümü 'Onyedi' de yine NR1 Müzik etiketini taşıyor. Albümlerinde yer alan şarkıların birçoğunu kendi yazıp besteleyen Teoman, 'O' ve 'Onyedi' isimli albümlerinde Prodüktör olarak Rıza Erekli ile çalıştı.
'O' isimli albümde Orhan Atasoy ve Ercüment Vural´ın unutulmaz bestesi 'Gemiler'i ve üçüncü albümü 'Onyedi' de yer alan Ajda Pekkan´ın klasikleşmiş şarkısı 'Uykusuz her Gece'yi ve Bora Ayanoğlu´nun 'O Yaz' isimli şarkısını yeniden yorumladı ve dinleyicilere tekrar sevdirdi. Teoman, müzik çalışmalarından arta kalan zamanlarında kitap okumayı, sinemaya gitmeyi, yazı yazmayı, arkadaşlarıyla vakit geçirmeyi ve müzik dinlemeyi seviyor.
1996 yılında Teoman
1998 yılında O
2000 yılında Onyedi
2001 yılında Gönülçelen
2003 yılında Teo Man
2004 yılında En Güzel Hikayem
2006 yılında Renkli Rüyalar Oteli
2007 yılında Bülent Ortaçgil-Teoman Konser
isimli albümleri çıkmış olup
2001 yılında Remixler
2002 yılında İstanbul'da Sonbahar Remiksler
2003 yılında Remiksler 1
2004 yılında Duş (Radyo Remiksler)
2005 yılında Balans ve Manevra Soundtrack
adlı remiks ve soundtrack albümleri çıkmıştır...
2004 yılında ise eski plak şirketi tarafından Best of Teoman albümü çıkarılmıştır...
nev
1996 yılında Roxy´de gerçekleştirilen 'Roxy Müzik Yarışması' nda, ilk solo albümünde de yer alan 'Ne Ekmek ne de Su' ve 'Yollar' isimli parçalarıyla 'en iyi beste' ve 'en iyi grup' ödüllerini aldı. Teoman 1996 yılında ilk albümü 'Teoman'ı İstanbul Plak'dan çıkardı. 1998 yılında piyasaya çıkan 'O' isimli ikinci albümünde NR1 Müzik ile çalışmaya başlayan Teoman, üçüncü albümü 'Onyedi' de yine NR1 Müzik etiketini taşıyor. Albümlerinde yer alan şarkıların birçoğunu kendi yazıp besteleyen Teoman, 'O' ve 'Onyedi' isimli albümlerinde Prodüktör olarak Rıza Erekli ile çalıştı.
'O' isimli albümde Orhan Atasoy ve Ercüment Vural´ın unutulmaz bestesi 'Gemiler'i ve üçüncü albümü 'Onyedi' de yer alan Ajda Pekkan´ın klasikleşmiş şarkısı 'Uykusuz her Gece'yi ve Bora Ayanoğlu´nun 'O Yaz' isimli şarkısını yeniden yorumladı ve dinleyicilere tekrar sevdirdi. Teoman, müzik çalışmalarından arta kalan zamanlarında kitap okumayı, sinemaya gitmeyi, yazı yazmayı, arkadaşlarıyla vakit geçirmeyi ve müzik dinlemeyi seviyor.
1996 yılında Teoman
1998 yılında O
2000 yılında Onyedi
2001 yılında Gönülçelen
2003 yılında Teo Man
2004 yılında En Güzel Hikayem
2006 yılında Renkli Rüyalar Oteli
2007 yılında Bülent Ortaçgil-Teoman Konser
isimli albümleri çıkmış olup
2001 yılında Remixler
2002 yılında İstanbul'da Sonbahar Remiksler
2003 yılında Remiksler 1
2004 yılında Duş (Radyo Remiksler)
2005 yılında Balans ve Manevra Soundtrack
adlı remiks ve soundtrack albümleri çıkmıştır...
2004 yılında ise eski plak şirketi tarafından Best of Teoman albümü çıkarılmıştır...
Resmin orjinal halini görmek için tıklayınız.Orjinal Hali 717x479 (96 KB) |
nev
4 aralık 1968'de istanbul'da doğdu. ilkokul 1'de bilgiç rolünü kaparak, pamuk prenses'le danseden tek cüce olama şansını yakaladı. Müziğe her sağlıklı türk çocuğu gibi mandolinle başladı. Sonraki yıllar üretim boyutuna zemin hazırlayan; dinleyerek, yeni müzikler keşfederek, koleksiyon yaparak geçirdiği ve müzikal kimliğinin temelinin atıldığı yıllardı. Bu arada erkeklerin de alındığı bir sene, çamlıca kız lisesi'nde okurken ileride şarkılarına konu olacak olan küçük kız ve 19 yaşında koca bir kadın psikolojilerini gözlemleme fırsatı buldu.
Üniversite 2. sınıfta bir elektro gitar aldı ve gitar eğitimine başladı. 5. ayın sonunda sahnelerdeydi. Üniversite eğitimi boyunca yaz aylarında güneyde müzik yaptı. Onu bugün ki duruşuna hazırlayan bu süreç, müzikal gelişiminde ciddi bir yer tuttu.
Üniversite bittikten sonra kendisinden beklendiği üzere iş hayatına atıldı ama ama bu süreç müzikle bir arada devam etti. 1995 yılında Hakan Özer, Kıvanch K. ve Tolga İnci'den oluşan Chantage'la Cool Bar'da müzik yaptı. Zamanla bestecilik kimliği ağır basmaya başlayınca, artık bir yol ayrımında olduğunu farketti ve tamamen müziğe konsantre oldu, çünkü artık birikimi üretime dönüşme noktasına gelmişti.
2000 yılında, Teoman'ın daveti üzerine katıldığı Türkiye turnesinde, Ege ve Akdeniz şeridinde 100.000'e yakın kişinin kendi müziğine verdiği olumlu ve heyecan verici reaksiyonu deneyimleme fırsatı buldu.
Üç yıla yayılan özenli bir stüdyo çalışmasının ardından, tüm beste ve sözleri kendisine, Kıvanch K.'nın bir parçadaki remix'i dışında düzenlemeleri Hakan Özer'e ait olan; Özkan Uğur, Göksel, Tuba Önal gibi isimlerin yer aldığı ilk albümü 'Herşeye Rağmen" müzik marketlerde yerini aldı. 2004 temmuz ayında müzik marketlere sunduğu "Sen Gibi " albümüyle müzikteki başarısını kanıtladı. Kendi müziğini rock pop gibi belli tarz kalıpların içerisine sokmayan Nev bu albümle bir çok müzikseverin yüreğinde yer etti. Nev 3 yıılık aradan sonra 2007 yılının ağustos ayında çıkardığı ''Işığım Ve Gölgem'' albümüyle müzikseverlere merhaba dedi.
Işığım ve Gölgem, Nev ve Naim Korudağ prodüktörlüğünde 1,5 yılda hazırlandı. 12 şarkının yer aldığı albümde, Kör Kuyular ve Kelebek şarkılarının 2 farklı versiyonu yer almakta. Albümdeki tüm şarkıların söz ve besteleri Nev’e ait.Ayrıca Nev bu albümde soloları da kendi hazırlamış.
Işığım ve Gölgem’ in ilk klip şarkısı Sükût-u Hayal, elektrik gitarla yapılan nağmeli solo melodisi ile dikkat çekiyor. Nev, Sükût-u Hayal’de yaşanan aşkı ve yalnızlığı bir başkasıyla dertleşirmişçesine anlatıyor. Aşk Meydanı adlı şarkısında ilk defa rap vokal yapan sanatçı, Cevriye Cabbar’la muzipçe gülümsüyor. Nev yeni albümünü anlatırken “İstedim ki deniz gibi olsun. Hem sığ hem derin olsun. Sanmayın başkadır niyetim, sadece kucaklamak istedim.” diyor.
80’lerin naif ve lirik anlayışını 2000’lerin sounduyla birleştiren Nev, her zamanki samimi tavrıyla kendi hikayelerini ve aynası olduğu hikayeleri anlatmaya devam ediyor. Alaturka tınıları Pop-Rock merkezinde uyarlayan sanatçı, Işığım ve Gölgem’i kendisi ile yüzleşmek, gölgesine sahip çıkmak, bazen bir kelebeği özgürce dokunmadan sevebilmek, ayrılık, acı, mizah gibi temalara değinen bir albüm olarak nitelendiriyor.
seksendört
Üniversite 2. sınıfta bir elektro gitar aldı ve gitar eğitimine başladı. 5. ayın sonunda sahnelerdeydi. Üniversite eğitimi boyunca yaz aylarında güneyde müzik yaptı. Onu bugün ki duruşuna hazırlayan bu süreç, müzikal gelişiminde ciddi bir yer tuttu.
Üniversite bittikten sonra kendisinden beklendiği üzere iş hayatına atıldı ama ama bu süreç müzikle bir arada devam etti. 1995 yılında Hakan Özer, Kıvanch K. ve Tolga İnci'den oluşan Chantage'la Cool Bar'da müzik yaptı. Zamanla bestecilik kimliği ağır basmaya başlayınca, artık bir yol ayrımında olduğunu farketti ve tamamen müziğe konsantre oldu, çünkü artık birikimi üretime dönüşme noktasına gelmişti.
2000 yılında, Teoman'ın daveti üzerine katıldığı Türkiye turnesinde, Ege ve Akdeniz şeridinde 100.000'e yakın kişinin kendi müziğine verdiği olumlu ve heyecan verici reaksiyonu deneyimleme fırsatı buldu.
Üç yıla yayılan özenli bir stüdyo çalışmasının ardından, tüm beste ve sözleri kendisine, Kıvanch K.'nın bir parçadaki remix'i dışında düzenlemeleri Hakan Özer'e ait olan; Özkan Uğur, Göksel, Tuba Önal gibi isimlerin yer aldığı ilk albümü 'Herşeye Rağmen" müzik marketlerde yerini aldı. 2004 temmuz ayında müzik marketlere sunduğu "Sen Gibi " albümüyle müzikteki başarısını kanıtladı. Kendi müziğini rock pop gibi belli tarz kalıpların içerisine sokmayan Nev bu albümle bir çok müzikseverin yüreğinde yer etti. Nev 3 yıılık aradan sonra 2007 yılının ağustos ayında çıkardığı ''Işığım Ve Gölgem'' albümüyle müzikseverlere merhaba dedi.
Işığım ve Gölgem, Nev ve Naim Korudağ prodüktörlüğünde 1,5 yılda hazırlandı. 12 şarkının yer aldığı albümde, Kör Kuyular ve Kelebek şarkılarının 2 farklı versiyonu yer almakta. Albümdeki tüm şarkıların söz ve besteleri Nev’e ait.Ayrıca Nev bu albümde soloları da kendi hazırlamış.
Işığım ve Gölgem’ in ilk klip şarkısı Sükût-u Hayal, elektrik gitarla yapılan nağmeli solo melodisi ile dikkat çekiyor. Nev, Sükût-u Hayal’de yaşanan aşkı ve yalnızlığı bir başkasıyla dertleşirmişçesine anlatıyor. Aşk Meydanı adlı şarkısında ilk defa rap vokal yapan sanatçı, Cevriye Cabbar’la muzipçe gülümsüyor. Nev yeni albümünü anlatırken “İstedim ki deniz gibi olsun. Hem sığ hem derin olsun. Sanmayın başkadır niyetim, sadece kucaklamak istedim.” diyor.
80’lerin naif ve lirik anlayışını 2000’lerin sounduyla birleştiren Nev, her zamanki samimi tavrıyla kendi hikayelerini ve aynası olduğu hikayeleri anlatmaya devam ediyor. Alaturka tınıları Pop-Rock merkezinde uyarlayan sanatçı, Işığım ve Gölgem’i kendisi ile yüzleşmek, gölgesine sahip çıkmak, bazen bir kelebeği özgürce dokunmadan sevebilmek, ayrılık, acı, mizah gibi temalara değinen bir albüm olarak nitelendiriyor.
seksendört
• ARİF ERDEM OCAK
1980 yılında Giresun'da doğdu. Müzik hayatına gitarı olmadığı için ablasının udunu çalarak başladı. 1992 yılından itibaren iki yıl boyunca yoğun bir klasik gitar eğitimi aldı. Hemen akabinde elektro gitara geçiş yaparak lise yıllarında Ankaralı birçok grupta gitarist olarak yer aldı. 1999 yılında Serter ile beraber SEKSENDÖRT' ün temellerini attılar. Kuruluşundan beri grupta elektro gitar çalıp geri vokal yapmaktadır.Halen Anadolu Üni. Kamu Yön. 2. sınıf öğrencisi olan Erdem yakın tarihte müzikoloji ya da caz gitar eğitimi almak istemektedir. Çok geniş bir yelpazede müzik dinleyen Erdem, grubun melodik alt yapısının oluşmasında büyük bir rol oynamaktadır. Grubun diğer elemanları gibi sıkı bir Pearl Jam haranı olmakla beraber elektronik müzik ve fusion a da büyük ilgi duymaktadır.
Tecrübe:
1992-1993 Klasik gitar eğitimi (Avni Bacınoğlu)
1992- Elektro gitar çalıyor.
1999- 84 ile çalmaktadır.
Kişisel;
1999 yılından beri grupta elektro gitar çalmakta ve geri vokal yapmaktadır.
• TUNA VELİBAŞOĞLU
Tuna 1981 yılında Ankara’da doğdu. Müzik eğitimine 11 yaşında org dersleri alarak başladı. 1995 yılında gitar çalmaya başlayarak Ankaralı amatör gruplarda solistlik yaptı. Serter ile çocukluk arkadaşı olan Tuna, 1999 yılında yine onun teklifiyle SEKSENDÖRT e katıldı.İki yıl işletme eğitimi aldıktan sonra, halen okumakta olduğu Ank. Üni. Dev. Kons. Opera / Koro bölümüne girdi. Burada Operanın önde gelen isimlerinden (Hülya Kazan, Selva Erdener, Tuncer Tercan, Arda Aktar, Ferda Türkoğlu) şan eğitimi aldı.2002 yılında kayıt ve düzenleme teknikleri eğitimi alarak, müzik yapım aşamalarıyla ilgili çalışmalarına başladı.2004 yılında Ankara’da albümlerinin de kayıt edildiği Studio Ç.S.M nin başına geçti ve burada bir çok Ankaralı grup ve sanatçının prodüksiyonların da yer aldı.Yaptığı işin gereği olarak çok fazla tarzda müzik dinleyen Tuna, tam bir Türk Sanat Müziği fanatiği. Bu yüzden albümdeki sözleri yazarken çok fazla zorlanmadığını söylüyor. Bunların yanı sıra gruptaki en ağır Pearl Jam hayranı.
Tecrübe;
1990 yılında klavye çalarak müziğe başlamıştır.
3 sene süresince Devlet Operasının önde gelen hocalarından
Hülya KAZAN, Tuncer TERCAN, Selva ERDENEZ, Ferda TÜRKOĞLU- şan dersi almıştır.
1992 - Elektro gitar çalmakta
1999 - 84 ile çalmaktadır.
Kişisel;
1981 doğumlu olup kuruluşundan beri grupta vokal yapmakta olup gitar çalmaktadır.
• OKAN ÖZEN
1984 yılında Merzifon’da doğdu. Müzik hayatına abisinin teşvikiyle 11 yaşında gitar çalarak başladı. Lise yıllarında çeşitli gruplarda gitaristlik ve davulculuk yapan Okan, 2002 yılında sınıf arkadaşı olan Tuna'nın teklifiyle SEKSENDÖRT'e dahil oldu ve grup son halini aldı. Aynı zamanda bu tarih iyi bir gitarist olan Okan'ın bas gitar kariyerine başladığı tarihtir. Halen Eğitimini sürdürmekte olduğu Ank. Üni. Dev. Kons. Opera / Koro bölümünde şan eğitiminin yanı sıra piyano alanında da gelişim kaydetti. Tuna ile beraber müzik yapım teknolojilerine merak salarak albüm kayıtlarında büyük rol oynadı. Eskiden virtiözite ağırlıklı müziklere ilgi duyan Okan, SEKSENDÖRT'e girişi ve düzenleme çalışmalarına başlamasıyla beraber Türkçe müziğede ayrı bir ilgi duymaya ve dinlemeye başladı. Az konuşmasıyla dikkat çeken Okan hakkında, grup arkadaşları; "az konuşur çok iş yapar" yorumunda bulunuyorlar ve grubun en iyi gitaristi olduğunu da ekliyorlar.
Tecrübe:
1994 yılında gitar çalarak müziğe başlamıştır.
2001-2002 arası Mersin Operası
Şan dersi Hocası Murat Göksu'dan Şan dersleri
2002-2004 arası Ankara Operası
Şan dersi Hocası Şenol Talınlı'dan Şan dersleri
Kişisel;
1984 doğumlu olup, grupta bas gitar çalıp geri vokal yapmaktadır
• SERTER KARADENİZ
1982 Ankara doğumlu olan Serter, 1993 senesinde bağlama çalarak müziğe başladı. Daha sonraları bağlamayı bırakarak, elektro gitar çalmaya karar verdi. 1998 yılında kısa soluklu gitaristlik yaptıktan sonra Erdem ile beraber başka bir projede yer aldı ve davul çalmaya başladı. Bu proje aslında SEKSENDÖRT ün temellerini oluşturdu ve Serter, Tuna' yı da gruba davet ederek, grubun kurucularından oldu.İlköğretim ve lise eğitimini Ankara’da ki devlet okullarında tamamladıktan sonra, 1999 senesinde Ankara Üniversite Ziraat Fakültesi Hayvansal Üretim Lisans programını kazandı. 6 senelik eğitiminden sonra 2005 senesinde ziraat mühendisi ( zooteknist ) olan Serter, yüksek lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi M.İ.A.M. da yapmak istiyor.İyi olan her şeyi dinlemeye çalışan Serter de diğer grup elemanları gibi Pearl Jam fanatiği. Bunun dışında İngiliz soundlarını ve trip-hop ağırlıklı müzikleri dinlemekten çok zevk almakta.
Tecrübe:
1994 yılında gitar çalarak müziğe başlamıştır.
1998 yılında Ankaranın ünlü bateri hocalarından dersler alarak bateri çalmaya başlamıştır.
Kişisel;
1982 doğumlu olup kuruluşundan beri grupta bateri çalmaktadır.
"Seksendört" Ankaralı 4 gençten kurulu.
Grupta Tuna solist ve gitar, Okan bas gitar, Erdem gitar, Serter ise davul çalıyor.
Grubun yaklaşık 10 yıllık bir geçmişi var. En son Okan’ın da katılımı ile son halini 4 yıl önce aldı.
Grubun yaş ortalaması 23.
"Seksendört" kurulduğu günden bu yana özellikle üniversitelerde 500'e yakın konser vererek Cem Karaca, Moğollar gibi türk rock müziğinin kilometre taşları ile aynı sahneyi paylaştılar. Grup, sahnedeki ilk yıllarında İngilizce cover ve bestelerini çaldı. Sonrasında ise türkçe coverlar ve sanat müziğindeki önemli şarkıları yorumladı. Grup ilk kurulduğu yıllarda adı " Sex and dirt " dü.. daha sonra türkçe müziğe geçtikleri için kelime oyunu yaparak adLarını seksendört olarak değiştirdi.
2001 yılında “Değiştir Kendini” isimli ilk Türkçe bestelerini yaptılar.
2003 yılında “Ölürüm Hasretinle” yi bestelediler.
Yaklaşık 1 yıldır ilk albümlerinin hazırlıkları için Ankara'da çalışan grubun çıkış parçası olan " Ölürüm Hasretinle" ilk demo kayıtlardan sonra internet ortamında yayılmaya başladı.
Özellikle şarkının sözleri nedeniyle insanlar grup hakkında bir çok hikaye üretmeye ve bu hikayeleri açtıkları forumlar yoluyla internette yayınlamaya başladı.
Çeşitli internet sitelerindeki forumlardaki yorumların sayısı şu anda yaklaşık 3000 adet.
Ulusal ve yerel birçok radyo, internetteki bu haberleşme ve gelen istekler nedeniyle yayın politikalarını değiştirerek demo halindeki "Ölürüm Hasretinle" yi yayınlamaya başladılar. 2005 Aralık’ın ilk haftası Pasaj Müzik tarafından radyolara dağıtılan albüm versiyonu ile şarkının stüdyo kaydı radyo dinleyicileriyle buluştu.
“Seksendört”ün kendisiyle aynı taşıyan ilk albümlerinde yer alan 10 şarkının söz ve besteleri kendilerine ait.
Pasaj Müzik ile yolları kesişen “seksendört”ün ilk albümü 07 Aralık 2005 Çarşamba günü müzik marketlerdeki yerini aldı.
Halide Edip Adıvar
1980 yılında Giresun'da doğdu. Müzik hayatına gitarı olmadığı için ablasının udunu çalarak başladı. 1992 yılından itibaren iki yıl boyunca yoğun bir klasik gitar eğitimi aldı. Hemen akabinde elektro gitara geçiş yaparak lise yıllarında Ankaralı birçok grupta gitarist olarak yer aldı. 1999 yılında Serter ile beraber SEKSENDÖRT' ün temellerini attılar. Kuruluşundan beri grupta elektro gitar çalıp geri vokal yapmaktadır.Halen Anadolu Üni. Kamu Yön. 2. sınıf öğrencisi olan Erdem yakın tarihte müzikoloji ya da caz gitar eğitimi almak istemektedir. Çok geniş bir yelpazede müzik dinleyen Erdem, grubun melodik alt yapısının oluşmasında büyük bir rol oynamaktadır. Grubun diğer elemanları gibi sıkı bir Pearl Jam haranı olmakla beraber elektronik müzik ve fusion a da büyük ilgi duymaktadır.
Tecrübe:
1992-1993 Klasik gitar eğitimi (Avni Bacınoğlu)
1992- Elektro gitar çalıyor.
1999- 84 ile çalmaktadır.
Kişisel;
1999 yılından beri grupta elektro gitar çalmakta ve geri vokal yapmaktadır.
• TUNA VELİBAŞOĞLU
Tuna 1981 yılında Ankara’da doğdu. Müzik eğitimine 11 yaşında org dersleri alarak başladı. 1995 yılında gitar çalmaya başlayarak Ankaralı amatör gruplarda solistlik yaptı. Serter ile çocukluk arkadaşı olan Tuna, 1999 yılında yine onun teklifiyle SEKSENDÖRT e katıldı.İki yıl işletme eğitimi aldıktan sonra, halen okumakta olduğu Ank. Üni. Dev. Kons. Opera / Koro bölümüne girdi. Burada Operanın önde gelen isimlerinden (Hülya Kazan, Selva Erdener, Tuncer Tercan, Arda Aktar, Ferda Türkoğlu) şan eğitimi aldı.2002 yılında kayıt ve düzenleme teknikleri eğitimi alarak, müzik yapım aşamalarıyla ilgili çalışmalarına başladı.2004 yılında Ankara’da albümlerinin de kayıt edildiği Studio Ç.S.M nin başına geçti ve burada bir çok Ankaralı grup ve sanatçının prodüksiyonların da yer aldı.Yaptığı işin gereği olarak çok fazla tarzda müzik dinleyen Tuna, tam bir Türk Sanat Müziği fanatiği. Bu yüzden albümdeki sözleri yazarken çok fazla zorlanmadığını söylüyor. Bunların yanı sıra gruptaki en ağır Pearl Jam hayranı.
Tecrübe;
1990 yılında klavye çalarak müziğe başlamıştır.
3 sene süresince Devlet Operasının önde gelen hocalarından
Hülya KAZAN, Tuncer TERCAN, Selva ERDENEZ, Ferda TÜRKOĞLU- şan dersi almıştır.
1992 - Elektro gitar çalmakta
1999 - 84 ile çalmaktadır.
Kişisel;
1981 doğumlu olup kuruluşundan beri grupta vokal yapmakta olup gitar çalmaktadır.
• OKAN ÖZEN
1984 yılında Merzifon’da doğdu. Müzik hayatına abisinin teşvikiyle 11 yaşında gitar çalarak başladı. Lise yıllarında çeşitli gruplarda gitaristlik ve davulculuk yapan Okan, 2002 yılında sınıf arkadaşı olan Tuna'nın teklifiyle SEKSENDÖRT'e dahil oldu ve grup son halini aldı. Aynı zamanda bu tarih iyi bir gitarist olan Okan'ın bas gitar kariyerine başladığı tarihtir. Halen Eğitimini sürdürmekte olduğu Ank. Üni. Dev. Kons. Opera / Koro bölümünde şan eğitiminin yanı sıra piyano alanında da gelişim kaydetti. Tuna ile beraber müzik yapım teknolojilerine merak salarak albüm kayıtlarında büyük rol oynadı. Eskiden virtiözite ağırlıklı müziklere ilgi duyan Okan, SEKSENDÖRT'e girişi ve düzenleme çalışmalarına başlamasıyla beraber Türkçe müziğede ayrı bir ilgi duymaya ve dinlemeye başladı. Az konuşmasıyla dikkat çeken Okan hakkında, grup arkadaşları; "az konuşur çok iş yapar" yorumunda bulunuyorlar ve grubun en iyi gitaristi olduğunu da ekliyorlar.
Tecrübe:
1994 yılında gitar çalarak müziğe başlamıştır.
2001-2002 arası Mersin Operası
Şan dersi Hocası Murat Göksu'dan Şan dersleri
2002-2004 arası Ankara Operası
Şan dersi Hocası Şenol Talınlı'dan Şan dersleri
Kişisel;
1984 doğumlu olup, grupta bas gitar çalıp geri vokal yapmaktadır
• SERTER KARADENİZ
1982 Ankara doğumlu olan Serter, 1993 senesinde bağlama çalarak müziğe başladı. Daha sonraları bağlamayı bırakarak, elektro gitar çalmaya karar verdi. 1998 yılında kısa soluklu gitaristlik yaptıktan sonra Erdem ile beraber başka bir projede yer aldı ve davul çalmaya başladı. Bu proje aslında SEKSENDÖRT ün temellerini oluşturdu ve Serter, Tuna' yı da gruba davet ederek, grubun kurucularından oldu.İlköğretim ve lise eğitimini Ankara’da ki devlet okullarında tamamladıktan sonra, 1999 senesinde Ankara Üniversite Ziraat Fakültesi Hayvansal Üretim Lisans programını kazandı. 6 senelik eğitiminden sonra 2005 senesinde ziraat mühendisi ( zooteknist ) olan Serter, yüksek lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi M.İ.A.M. da yapmak istiyor.İyi olan her şeyi dinlemeye çalışan Serter de diğer grup elemanları gibi Pearl Jam fanatiği. Bunun dışında İngiliz soundlarını ve trip-hop ağırlıklı müzikleri dinlemekten çok zevk almakta.
Tecrübe:
1994 yılında gitar çalarak müziğe başlamıştır.
1998 yılında Ankaranın ünlü bateri hocalarından dersler alarak bateri çalmaya başlamıştır.
Kişisel;
1982 doğumlu olup kuruluşundan beri grupta bateri çalmaktadır.
"Seksendört" Ankaralı 4 gençten kurulu.
Grupta Tuna solist ve gitar, Okan bas gitar, Erdem gitar, Serter ise davul çalıyor.
Grubun yaklaşık 10 yıllık bir geçmişi var. En son Okan’ın da katılımı ile son halini 4 yıl önce aldı.
Grubun yaş ortalaması 23.
"Seksendört" kurulduğu günden bu yana özellikle üniversitelerde 500'e yakın konser vererek Cem Karaca, Moğollar gibi türk rock müziğinin kilometre taşları ile aynı sahneyi paylaştılar. Grup, sahnedeki ilk yıllarında İngilizce cover ve bestelerini çaldı. Sonrasında ise türkçe coverlar ve sanat müziğindeki önemli şarkıları yorumladı. Grup ilk kurulduğu yıllarda adı " Sex and dirt " dü.. daha sonra türkçe müziğe geçtikleri için kelime oyunu yaparak adLarını seksendört olarak değiştirdi.
2001 yılında “Değiştir Kendini” isimli ilk Türkçe bestelerini yaptılar.
2003 yılında “Ölürüm Hasretinle” yi bestelediler.
Yaklaşık 1 yıldır ilk albümlerinin hazırlıkları için Ankara'da çalışan grubun çıkış parçası olan " Ölürüm Hasretinle" ilk demo kayıtlardan sonra internet ortamında yayılmaya başladı.
Özellikle şarkının sözleri nedeniyle insanlar grup hakkında bir çok hikaye üretmeye ve bu hikayeleri açtıkları forumlar yoluyla internette yayınlamaya başladı.
Çeşitli internet sitelerindeki forumlardaki yorumların sayısı şu anda yaklaşık 3000 adet.
Ulusal ve yerel birçok radyo, internetteki bu haberleşme ve gelen istekler nedeniyle yayın politikalarını değiştirerek demo halindeki "Ölürüm Hasretinle" yi yayınlamaya başladılar. 2005 Aralık’ın ilk haftası Pasaj Müzik tarafından radyolara dağıtılan albüm versiyonu ile şarkının stüdyo kaydı radyo dinleyicileriyle buluştu.
“Seksendört”ün kendisiyle aynı taşıyan ilk albümlerinde yer alan 10 şarkının söz ve besteleri kendilerine ait.
Pasaj Müzik ile yolları kesişen “seksendört”ün ilk albümü 07 Aralık 2005 Çarşamba günü müzik marketlerdeki yerini aldı.
Resmin orjinal halini görmek için tıklayınız.Orjinal Hali 1024x768 (629 KB) |
Halide Edip Adıvar
1882'de İstanbul’da doğdu. 9 Ocak 1964’te İstanbul’da yaşamını yitirdi. 1901'de Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nde mezun oldu. Öğretmenleri arasında Rıza Tevfik Bölükbaşı ile sonradan evlendiği ve ilk kocası olan Salih Zeki de vardı. İlk yazıları "Halide Salih" takma adıyla Tanin gazetesinde yayınlandı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. Gerek bu çalışmaları, gerekse müfettişliği sırasında İstanbul semtlerini dolaşması, ona çeşitli kesimlerden insanları tanıma fırsatını verdi. Gericilerin tepkisinden çekindiği için 31 Mart Olayı’nda çocuklarıyla birlikte Mısır’a gitti. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra yurda döndü. 1909'dan sonra öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Kadınların toplumsal yaşama katılması ve eğitilmesi için çalışan Teâli-i Nisvan Cemiyeti’ni kurdu. 1912’de kurulan Türk Ocağı’na katıldı. 1919'da Wilson Prensipleri Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı. Aynı yıl İzmir'in Yunan ordusu tarafından işgal edilmesini protesto için Sultanahmet Meydanı’nda düzenlenen mitingde yaptığı etkili konuşma büyük yankı uyandırdı. Hakkında soruşturma açılınca, 1917'de evlendiği ikinci eşi Adnan Adıvar birlikte Anadolu'ya geçerek Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Çeşitli cepheleri dolaştı, Mehmetçiklere moral ve destek verdi. Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi.
Savaş sürerken Atatürk ile siyasi görüş ayrılığına düştü. 1917’de Adnan Adıvar ile birlikte yurtdışına çıktı. Fransa ve İngiltere’de yaşadı. Amerika’da Columbia Üniversitesi, Hindistan’da Delhi İslam Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak dersler verdi. 1939’da Türkiye’ye döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Kürsüsü Başkanı oldu. 1950’de milletvekili seçildi. 4 yıl sonra tekrar üniversiteye döndü. Ölümüne kadar kürsü başkanlığı görevini sürdürdü. 1910'da yayınlanan ilk romanı "Seviye Talip" ile 1911'de yayınlanan ilk öykü kitabı "Harap Mabetler" edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılandı. Romanlarının kadınları, Batılı bir anlayışla idealize edilmiş, güçlü ve kültürlü kadınlardı. Kahramanlarının kişiliklerine, ruh yapılarına ve davranışlarına önem vererek bu özelliğiyle Türk romanında yeni bir adım attı. Kurtuluş Savaşı döneminde ulusçu, milli duyguları öne çıkaran roman ve öyküler kaleme aldı. "Yeni Turan", ""Ateşten Gömlek" ve "Vurun Kahpeye" bu dönemin eserleridir. En tanınmış romanı "Sinekli Bakkal" yazarlığında olgunluk dönemini gösterir. Bu romanda Sinekli Bakkal mahallesinde yaşayan insanlar, aydınlar ve saray çevresi gibi 2'nci Abdülhamit döneminin farklı toplum kesimleri canlandırılır. Bu romanın yazıldığı yıllarda Türkiye bağımsız ve Batı yanlısı bir ülke olmayı tercih etmişti. Bir yandan da Tanzimattan beri süren Batı-Doğu çatışmasından kurtulamamıştı. Halide Edip, "Sinekli Bakkal"da Doğu'nun değerlerini bulup çıkarmak, Batı'nın karşısına koymak amacındadır. Roman "roman yanıyla zayıf olmakla" eleştirildi. Halide Edip'in ingilizce yazılmış incelemeleri de var.
ESERLERİ
ROMAN:
Heyula (1908)
Raik’in Annesi (1909)
Seviye Talip (1910)
Handan (1912)
Yeni Turan (1912)
Son Eseri (1913)
Mev’ud Hüküm (1918)
Ateşten Gömlek (1923)
Vurun Kahpeye (1923)
Kalp Ağrısı (1924)
Zeyno’nun Oğlu (1928)
Sinekli Bakkal (1936)
Yolpalas Cinayeti (1937)
Tatarcık (1939)
Sonsuz Panayır (1946)
Döner Ayna (1954)
Akile Hanım Sokağı (1958)
Kerim Ustanın Oğlu (1958)
Sevda Sokağı Komedyası (1959)
Ç****az (1961)
Hayat Parçaları (1963)
ÖYKÜ:
İzmir’den Bursa’ya (Yakup Kadri, Falih Rıfkı ve Mehmet Asım Us ile birlikte, 1922)
Harap Mabetler (1911)
Dağa Çıkan Kurt (1922)
OYUN:
Kenan Çobanları (1916)
Maske ve Ruh (1945)
ANI:
Türkün Ateşle İmtihanı (1962)
Mor Salkımlı Ev (1963)
Savaş sürerken Atatürk ile siyasi görüş ayrılığına düştü. 1917’de Adnan Adıvar ile birlikte yurtdışına çıktı. Fransa ve İngiltere’de yaşadı. Amerika’da Columbia Üniversitesi, Hindistan’da Delhi İslam Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak dersler verdi. 1939’da Türkiye’ye döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Kürsüsü Başkanı oldu. 1950’de milletvekili seçildi. 4 yıl sonra tekrar üniversiteye döndü. Ölümüne kadar kürsü başkanlığı görevini sürdürdü. 1910'da yayınlanan ilk romanı "Seviye Talip" ile 1911'de yayınlanan ilk öykü kitabı "Harap Mabetler" edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılandı. Romanlarının kadınları, Batılı bir anlayışla idealize edilmiş, güçlü ve kültürlü kadınlardı. Kahramanlarının kişiliklerine, ruh yapılarına ve davranışlarına önem vererek bu özelliğiyle Türk romanında yeni bir adım attı. Kurtuluş Savaşı döneminde ulusçu, milli duyguları öne çıkaran roman ve öyküler kaleme aldı. "Yeni Turan", ""Ateşten Gömlek" ve "Vurun Kahpeye" bu dönemin eserleridir. En tanınmış romanı "Sinekli Bakkal" yazarlığında olgunluk dönemini gösterir. Bu romanda Sinekli Bakkal mahallesinde yaşayan insanlar, aydınlar ve saray çevresi gibi 2'nci Abdülhamit döneminin farklı toplum kesimleri canlandırılır. Bu romanın yazıldığı yıllarda Türkiye bağımsız ve Batı yanlısı bir ülke olmayı tercih etmişti. Bir yandan da Tanzimattan beri süren Batı-Doğu çatışmasından kurtulamamıştı. Halide Edip, "Sinekli Bakkal"da Doğu'nun değerlerini bulup çıkarmak, Batı'nın karşısına koymak amacındadır. Roman "roman yanıyla zayıf olmakla" eleştirildi. Halide Edip'in ingilizce yazılmış incelemeleri de var.
ESERLERİ
ROMAN:
Heyula (1908)
Raik’in Annesi (1909)
Seviye Talip (1910)
Handan (1912)
Yeni Turan (1912)
Son Eseri (1913)
Mev’ud Hüküm (1918)
Ateşten Gömlek (1923)
Vurun Kahpeye (1923)
Kalp Ağrısı (1924)
Zeyno’nun Oğlu (1928)
Sinekli Bakkal (1936)
Yolpalas Cinayeti (1937)
Tatarcık (1939)
Sonsuz Panayır (1946)
Döner Ayna (1954)
Akile Hanım Sokağı (1958)
Kerim Ustanın Oğlu (1958)
Sevda Sokağı Komedyası (1959)
Ç****az (1961)
Hayat Parçaları (1963)
ÖYKÜ:
İzmir’den Bursa’ya (Yakup Kadri, Falih Rıfkı ve Mehmet Asım Us ile birlikte, 1922)
Harap Mabetler (1911)
Dağa Çıkan Kurt (1922)
OYUN:
Kenan Çobanları (1916)
Maske ve Ruh (1945)
ANI:
Türkün Ateşle İmtihanı (1962)
Mor Salkımlı Ev (1963)
|
|||
|
By kaptanblack on 31-01-08, 15:38
|
||
Cevap: Feridun Düzağaç
|
||
Recep Tayyip Erdoğan
İlk yılları
Çocukluğunu Rize'de geçirdi. 14 yaşında ailesi ile Rize'den İstanbul'a Kasımpaşa semtine göç etti ve Piyale Paşa İlkokulu'nda okudu. 1965'te İmam Hatip Lisesi'ne kayıt olup 1973 yılında mezun oldu. Yüksek öğrenimini daha sonra Marmara Üniversitesi'ne bağlanarak adı "Marmara Üniversitesi İktisadi ve idari Bilimler Fakültesi" olan Aksaray İktisadi ve Ticari İlimler Yüksek Okulu'nda yapan Erdoğan, Camialtı, İETT ve Erokspor'da 16 yıl futbol oynadı ve 12 Eylül 1980 sonrasında futbolu bıraktı.
Özel hayatı
1977 yılında tanıştığı Emine Erdoğan ile, 4 Temmuz 1979 tarihinde evlendi. Ahmet Burak ve Necmeddin Bilal isimli iki oğlu, Esra ve Sümeyye adında da iki kız çocuğu oldu. Türkiye'de üniversitelerdeki türban yasağı yüzünden türbanlı kız çocuklarını bu yasağın olmadığı Amerika Birleşik Devletleri'nde okutmaya karar verdi.[1]
İş hayatı
12 Eylül 1980’de İETT’den ayrılınca özel sektörde çalışmaya başladı ve bir müddet özel sektörde çalıştıktan sonra, 1982 yılında askere gitti. Askerden döndükten sonra yine aynı şirkette yaklaşık birbuçuk sene çalıştı. Bir sonraki çalışma hayatına başka bir şirkette genel müdür olarak devam etti.
Siyasi Kariyeri
Milli Türk Talebe Birliği'nde orta öğrenim komiyelerinde görev ve sorumluluk üstlenmek suretiyle başladığı teşkilatçılık kariyeri MSP istanbul il başkanlığı sırasında zirveye çıkmış, bu konuda haklı bir şöhret sahibi olmuştur.
Millî Selâmet Partisi
1978 yılında Millî Selâmet Partisi (MSP) Beyoğlu Gençlik Kolu Başkanlığına ve aynı yıl MSP İstanbul İl Başkanlığına seçildi.
Refah Partisi
12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra 1983 yılında kurulan Refah Partisi ile siyasi hayata tekrar atıldı. 1984 yılında Beyoğlu İlçe Başkanı, 1985 yılında da İl Başkanı ve MKYK üyesi seçildi. 1986 ara seçimlerinde milletvekili adayı oldu. Ardından 1989 yılında da Beyoğlu ilçesinden belediye başkan adayı oldu ve 1989 seçimlerinden Refah Partisi 2. parti olarak çıktı. 1991 yılında tekrar milletvekili adayı oldu ve parti barajı geçince milletvekili oldu. Tercihli oy sistemi nedeniyle yüksek seçim kurulu milletvekilliğini iptal etti. 27 Mart 1994 seçimlerine kadar İstanbul İl Başkanlığı görevini sürdüren Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı oldu ve 27 Mart 1994 seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi. Başkanlığı döneminde İstanbul'daki kaçak yapılaşma ile mücadele etti (bkz. Gökkafes maddesi). Hakkında 18 dosyadan İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde dava açıldı.[kaynak belirtilmeli] Bunlardan bazıları Akbil[2], İstaç, İdo ve İsfalt davalarıdır.[kaynak belirtilmeli] Bu davalar, milletvekili olduğunda dokunulmazlığı nedeniyle düştü.
Adalet ve Kalkınma Partisi
Fazilet Partisi'nin, Anayasa Mahkemesi tarafından temelli kapatılmasının ardından, bağımsız kalan milletvekilleri, yeni parti kurma çalışmalarını "gelenekçiler" ve "yenilikçiler" olarak adlandırılan iki kanattan sürdürdü. "Millî Görüş'çü" olarak adlandırılan kanat, Recai Kutan'ın genel başkanlığında 20 Temmuz 2001'de Saadet Partisi'ni kurarken, "değişimci" kanat da, Tayyip Erdoğan liderliğinde 14 Ağustos 2001'de, Adalet ve Kalkınma Partisi'ni kurdu ve Tayyip Erdoğan, parti genel başkanlığına seçildi.[6] Erdoğan "biz gömleğimizi değiştirdik" ifadesiyle gelenekçilerden büyük tepki aldı. [7]
Tayyip Erdoğan ve AK Parti mitingi
Kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), 3 Kasım 2002 seçimlerinde kayıtlı 41.291.568 seçmenin oy kullanan 32.652.702 kişisi içinden 10.770.704 adet oy alarak %34,29 ile birinci parti oldu. [8][9]
Başbakanlığı
Erdoğan seçim yasağı bulunduğu için meclise giremedi. Abdullah Gül bir süreliğine parti başkanlığını ve başbakanlığı yürüttüyse de, seçimlerde Siirt milletvekili seçilen Fadıl Akgündüz'ün milletvekilliğinin düşürülmesinin ardından Siirt seçimlerinde Ak Parti'den ilk sıradaki Mervan Gül'ün adaylıktan çekilmesi ile seçime girerek kazandı. Ak Parti Hükûmeti'ni Abdullah Gül'den devralarak Başbakan oldu.
Recep Tayyip Erdoğan 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan 23. Dönem Milletvekili Seçimlerinde partisinin %46,6 oy alarak 341 milletvekili çıkarmasından sonra Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından 6 Ağustos 2007 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti'nin 60. Hükümetini kurmak üzere görevlendirildi
Fatih Sultan Mehmet (1432 - 1481)
Fatih Sultan Mehmed 29 Mart 1432'de Edirne'de doğdu. Babası Sultan İkinci Murad, annesi Huma Hatun'dur. Fatih Sultan Mehmed, uzun boylu, dolgun yanaklı, kıvrık burunlu, adaleli ve kuvvetli bir padişahtı. Devrinin en büyük ulemalarından birisiydi ve yedi yabancı dil bilirdi. Alim, şair ve sanatkarları sık sık toplar ve onlarla sohbet etmekten çok hoşlanırdı. İlginç ve bilinmedik konular hakkında makaleler yazdırır ve bunları incelerdi. Hocalığını da yapmış olan Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed'in en çok değer verdiği alimlerden biridir. Fatih Sultan Mehmed, gayet soğukkanlı ve cesurdu. Eşsiz bir komutan ve idareciydi. Yapacağı işlerle ilgili olarak en yakınlarına bile hiçbir şey söylemezdi. Fatih Sultan Mehmed okumayı çok severdi. Farsça ve Arapça'ya çevrilmiş olan felsefi eserler okurdu. 1466 yılında Batlamyos Haritasını yeniden tercüme ettirip, haritadaki adları Arap harfleriyle yazdırdı. Bilimsel sorunlarda, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bilginleri korur onlara eserler yazdırırdı. Bilime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed yabancı ülkelerdeki büyük bilginleri İstanbul'a getirtirdi. Nitekim Astronomi bilgini Ali Kuşçu kendi döneminde İstanbul'a geldi. Ünlü Ressam Bellini'yi de İstanbul'a davet ederek kendi resmini yaptırdı. Şair ve açık görüşlüydü. Fatih Sultan Mehmed 1481 yılına kadar hükümdarlık yaptı ve bizzat 25 sefere katıldı. Azim ve irade sahibiydi. Temkinli ve verdiği kararları kesinlikle uygulayan bir kişiliği vardı. Devlet yönetiminde oldukça sertti. Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi
20 yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan İkinci Mehmed, İstanbul'u fethedip 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırarak Fatih ünvanını aldı. Hz.Muhammed'in (S.A.V) hadisi şerifinde müjdelediği İstanbul'un fethini gerçekleştiren büyük komutan olmayı da başaran Fatih Sultan Mehmed, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve düşmanlarına gücünü kabul ettirmiş bir Türk hükümdarıydı. Orta Çağ'ı kapatıp, Yeniçağ'ı açan Cihan İmparatoru Fatih Sultan Mehmed, Nikris hastalığından dolayı 3 Mayıs 1481 günü Maltepe'de vefat etti ve Fatih Camii'nin yanındaki Fatih Türbesi'ne defnedildi.
Peyami Safa
Çocukluğunu Rize'de geçirdi. 14 yaşında ailesi ile Rize'den İstanbul'a Kasımpaşa semtine göç etti ve Piyale Paşa İlkokulu'nda okudu. 1965'te İmam Hatip Lisesi'ne kayıt olup 1973 yılında mezun oldu. Yüksek öğrenimini daha sonra Marmara Üniversitesi'ne bağlanarak adı "Marmara Üniversitesi İktisadi ve idari Bilimler Fakültesi" olan Aksaray İktisadi ve Ticari İlimler Yüksek Okulu'nda yapan Erdoğan, Camialtı, İETT ve Erokspor'da 16 yıl futbol oynadı ve 12 Eylül 1980 sonrasında futbolu bıraktı.
Özel hayatı
1977 yılında tanıştığı Emine Erdoğan ile, 4 Temmuz 1979 tarihinde evlendi. Ahmet Burak ve Necmeddin Bilal isimli iki oğlu, Esra ve Sümeyye adında da iki kız çocuğu oldu. Türkiye'de üniversitelerdeki türban yasağı yüzünden türbanlı kız çocuklarını bu yasağın olmadığı Amerika Birleşik Devletleri'nde okutmaya karar verdi.[1]
İş hayatı
12 Eylül 1980’de İETT’den ayrılınca özel sektörde çalışmaya başladı ve bir müddet özel sektörde çalıştıktan sonra, 1982 yılında askere gitti. Askerden döndükten sonra yine aynı şirkette yaklaşık birbuçuk sene çalıştı. Bir sonraki çalışma hayatına başka bir şirkette genel müdür olarak devam etti.
Siyasi Kariyeri
Milli Türk Talebe Birliği'nde orta öğrenim komiyelerinde görev ve sorumluluk üstlenmek suretiyle başladığı teşkilatçılık kariyeri MSP istanbul il başkanlığı sırasında zirveye çıkmış, bu konuda haklı bir şöhret sahibi olmuştur.
Millî Selâmet Partisi
1978 yılında Millî Selâmet Partisi (MSP) Beyoğlu Gençlik Kolu Başkanlığına ve aynı yıl MSP İstanbul İl Başkanlığına seçildi.
Refah Partisi
12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra 1983 yılında kurulan Refah Partisi ile siyasi hayata tekrar atıldı. 1984 yılında Beyoğlu İlçe Başkanı, 1985 yılında da İl Başkanı ve MKYK üyesi seçildi. 1986 ara seçimlerinde milletvekili adayı oldu. Ardından 1989 yılında da Beyoğlu ilçesinden belediye başkan adayı oldu ve 1989 seçimlerinden Refah Partisi 2. parti olarak çıktı. 1991 yılında tekrar milletvekili adayı oldu ve parti barajı geçince milletvekili oldu. Tercihli oy sistemi nedeniyle yüksek seçim kurulu milletvekilliğini iptal etti. 27 Mart 1994 seçimlerine kadar İstanbul İl Başkanlığı görevini sürdüren Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı oldu ve 27 Mart 1994 seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi. Başkanlığı döneminde İstanbul'daki kaçak yapılaşma ile mücadele etti (bkz. Gökkafes maddesi). Hakkında 18 dosyadan İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde dava açıldı.[kaynak belirtilmeli] Bunlardan bazıları Akbil[2], İstaç, İdo ve İsfalt davalarıdır.[kaynak belirtilmeli] Bu davalar, milletvekili olduğunda dokunulmazlığı nedeniyle düştü.
Adalet ve Kalkınma Partisi
Fazilet Partisi'nin, Anayasa Mahkemesi tarafından temelli kapatılmasının ardından, bağımsız kalan milletvekilleri, yeni parti kurma çalışmalarını "gelenekçiler" ve "yenilikçiler" olarak adlandırılan iki kanattan sürdürdü. "Millî Görüş'çü" olarak adlandırılan kanat, Recai Kutan'ın genel başkanlığında 20 Temmuz 2001'de Saadet Partisi'ni kurarken, "değişimci" kanat da, Tayyip Erdoğan liderliğinde 14 Ağustos 2001'de, Adalet ve Kalkınma Partisi'ni kurdu ve Tayyip Erdoğan, parti genel başkanlığına seçildi.[6] Erdoğan "biz gömleğimizi değiştirdik" ifadesiyle gelenekçilerden büyük tepki aldı. [7]
Tayyip Erdoğan ve AK Parti mitingi
Kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti), 3 Kasım 2002 seçimlerinde kayıtlı 41.291.568 seçmenin oy kullanan 32.652.702 kişisi içinden 10.770.704 adet oy alarak %34,29 ile birinci parti oldu. [8][9]
Başbakanlığı
Erdoğan seçim yasağı bulunduğu için meclise giremedi. Abdullah Gül bir süreliğine parti başkanlığını ve başbakanlığı yürüttüyse de, seçimlerde Siirt milletvekili seçilen Fadıl Akgündüz'ün milletvekilliğinin düşürülmesinin ardından Siirt seçimlerinde Ak Parti'den ilk sıradaki Mervan Gül'ün adaylıktan çekilmesi ile seçime girerek kazandı. Ak Parti Hükûmeti'ni Abdullah Gül'den devralarak Başbakan oldu.
Recep Tayyip Erdoğan 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan 23. Dönem Milletvekili Seçimlerinde partisinin %46,6 oy alarak 341 milletvekili çıkarmasından sonra Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından 6 Ağustos 2007 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti'nin 60. Hükümetini kurmak üzere görevlendirildi
Fatih Sultan Mehmet (1432 - 1481)
Fatih Sultan Mehmed 29 Mart 1432'de Edirne'de doğdu. Babası Sultan İkinci Murad, annesi Huma Hatun'dur. Fatih Sultan Mehmed, uzun boylu, dolgun yanaklı, kıvrık burunlu, adaleli ve kuvvetli bir padişahtı. Devrinin en büyük ulemalarından birisiydi ve yedi yabancı dil bilirdi. Alim, şair ve sanatkarları sık sık toplar ve onlarla sohbet etmekten çok hoşlanırdı. İlginç ve bilinmedik konular hakkında makaleler yazdırır ve bunları incelerdi. Hocalığını da yapmış olan Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed'in en çok değer verdiği alimlerden biridir. Fatih Sultan Mehmed, gayet soğukkanlı ve cesurdu. Eşsiz bir komutan ve idareciydi. Yapacağı işlerle ilgili olarak en yakınlarına bile hiçbir şey söylemezdi. Fatih Sultan Mehmed okumayı çok severdi. Farsça ve Arapça'ya çevrilmiş olan felsefi eserler okurdu. 1466 yılında Batlamyos Haritasını yeniden tercüme ettirip, haritadaki adları Arap harfleriyle yazdırdı. Bilimsel sorunlarda, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bilginleri korur onlara eserler yazdırırdı. Bilime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed yabancı ülkelerdeki büyük bilginleri İstanbul'a getirtirdi. Nitekim Astronomi bilgini Ali Kuşçu kendi döneminde İstanbul'a geldi. Ünlü Ressam Bellini'yi de İstanbul'a davet ederek kendi resmini yaptırdı. Şair ve açık görüşlüydü. Fatih Sultan Mehmed 1481 yılına kadar hükümdarlık yaptı ve bizzat 25 sefere katıldı. Azim ve irade sahibiydi. Temkinli ve verdiği kararları kesinlikle uygulayan bir kişiliği vardı. Devlet yönetiminde oldukça sertti. Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi
20 yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan İkinci Mehmed, İstanbul'u fethedip 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırarak Fatih ünvanını aldı. Hz.Muhammed'in (S.A.V) hadisi şerifinde müjdelediği İstanbul'un fethini gerçekleştiren büyük komutan olmayı da başaran Fatih Sultan Mehmed, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve düşmanlarına gücünü kabul ettirmiş bir Türk hükümdarıydı. Orta Çağ'ı kapatıp, Yeniçağ'ı açan Cihan İmparatoru Fatih Sultan Mehmed, Nikris hastalığından dolayı 3 Mayıs 1481 günü Maltepe'de vefat etti ve Fatih Camii'nin yanındaki Fatih Türbesi'ne defnedildi.
Peyami Safa
(1899- 15 Haziran 1961): Yazar. İstanbul'da doğdu. Meşhur şair İsmail Safa'nın oğludur. Düzenli bir öğrenim göremedi. Kendi kendisini yetiştirdi. 13 yaşında hayata atıldı. Posta Telgraf Nezaretinde çalıştı. Öğretmenlik (1914-1918), gazetecilik (1918-1961) yaptı. Hayatını yazıları ile kazandı. İstanbul'da öldü.
Kardeşi İlhami ile Yirminci Asır adlı bir akşam gazetesi çıkardı. Bu gazetede "Asrın hikâyeleri" ilk hikâyelerini imzasız yayınladı (1919), Kültür Haftası (21 sayı, 15 Ocak-3 Haziran 1936) ve Türk Düşüncesi (63 sayı, 1953-1960) adlarında iki de dergi çıkardı. Tasvîr-i Efkâr, Cumhuriyet, Milliyet, Tercüman, Son Havadis gazetelerinde yazdı. Çok sevdiği oğlu Merve'yi askerliğini yaptığı sıra kaybetmesi Peyami Safa'yı çok sarstı. Bu olaydan birkaç ay sonra İstanbul'da öldü. Edirnekapı Şehitliği'nde gömülüdür.
Peyami Safa kendi kendisini yetiştirmiş ender şahsiyetlerden biridir. Fransızcayı Fransızca gramer kitabı yazabilecek kadar öğrenmiştir. 43 yıl hiç durmadan yazdı. Güçlü bir fikir adamı, romancı ve polemikçidir. Nâzım Hikmet Ran, Nurullah Ataç, Zekeriya Sertel, Muhsin Ertuğrul, Aziz Nesin'le polemiğe giriştir.
Öldüğü zaman Son Havadis gazetesi baş yazarı idi.
Peyami Safa halk için yazdığı edebî değeri olmayan romanlarını "Server Bedi" imzası ile yayınladı. Sayıları 80'i bulan bu eserler arasında; Cumbadan Rumbaya (1936) romanıyla, Cingöz Recai polis hikâyeleri dizisi en ünlüleridir. Ayrıca ders kitapları da yazdı. Peyami Safa'nın fıkra ve makalelerinde sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür. Romanlarında olaydan çok tahlile önem verdi. Toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirdi. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını ustaca işledi.
Romanları: Gençliğimiz (1922), Şimşek (1923), Sözde Kızlar (1923), Mahşer (1924), Bir Akşamdı (1924), Süngülerin Gölgesinde (1924), Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925), Canan (1925), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930), Fatih-Harbiye (1931), Atilla (1931), Bir Tereddüdün Romanı (1933), Matmazel Noralya'nın Koltuğu (1949), Yalnızız (1951), Biz İnsanlar (1959). Hikâyeleri: Hikâyeler (Halil Açıkgöz derledi, 1980). Oyunu: Gün Doğuyor (1932). İnceleme- denemeleri: Türk İnkılâbına Bakışlar (1938), Büyük Avrupa Anketi (1938), Felsefî Buhran (1939), Millet ve İnsan (1943), Mahutlar (1959), Mistisizm (1961), Nasyonalizm (1961), Sosyalizm (1961), Doğu-Batı Sentezi (1963), Sanat- Edebiyat-Tenkid (1970), Osmanlıca-Türkçe- Uydurmaca (1970), Sosyalizm-Marksizim- Komünizm (1971), Din-İnkılâp-İrtica (1971), Kadın-Aşk-Aile (1973), Yazarlar-Sanatçılar- Meşhurlar (1976), Eğitim-Gençlik-Üniversite (1976), 20. Asır- Avrupa ve Biz (1976). Ders Kitapları: Cumhuriyet Mekteplerine Millet Alfabesi (1929), Cumhuriyet Mekteplerine Alfabe (1929), Cumhuriyet Mekteplerine Kıraat (I-IV, 1929), Yeni Talebe Mektupları (1930), Büyük Mektup Nümuneleri (1932), Türk Grameri (1941), Dil Bilgisi (1942), Fransız Grameri (1942), Türkçe İzahlı Fransız Grameri (1948).
Beşir Ayvazoğlu, Peyami, Hayatı, Sanatı Felsefesi Dramı'nı yayınladı (1998).
ESERLERi:
BiZ INSANLAR
Mütefekkir romancı bu eserde insan ruhunun derinliklerine büyük zekasının ışığını tutmaktadır. romanda asil bir ruhun insanın anlaşılmazlığı karşısındaki bunalımları, ikiyüzlülüğe ve bayağılıklara karşı isyanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâi hayanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâî hayatı perişan eden havası iinde dürüstlüğün ve ülkücülüğün savunması yapılmakta, kozmopolitliğe karşı milliyetçilik, materyalizme karşı maneviyatçılık bayraklaştırılmaktadır.
YALNIZIZ
Peyami Safa, bu eserinde insanlığı materyalizmin kör çenberini kırmağa, kendini kaybettiği ruhunu bulmaya çağırmaktadır. Asrımızda insanın bütün problemleri bu noktada düğümlenmektedir. Ve Allah'ı bilmedikçe, insanlık buhrandan buhrana yuvarlanacak, huzur ve sükun bulamayacaktır.
FATiH HARBiYE
Yazar bu romanında Tanzimat'tan kopup gelen, Millî Mücadelede ve sonraki yıllarda alevlenen batılılaşma hareketlerinin Türk tipindeki ve cemiyetindeki etkilerini incelemektedir.
MATMAZEL NORALiYA' NIN KOLTUĞU
Peyami Safa'nın mizac ve ruh yapısına uygun düşen bir konuyu ihtiva etmektedir. Ruhçu ve akılcı dünya görüşünün yazarın anlayışı çerçevesinde birleştirilmesi esasına dayanır.
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
Roman, yalnız ve hasta bir çocuğun ızdırabını, çocukça aşkını ve kıskançlığını; mes'ud olmak isteyen bir genç kızın temiz sevgisini; inanmak arzusu bütün benliğini saran bir insaın kuruntularını ve çıplak hastahane duvarı gerisindeki hıçkırıklarını anlatır.
MAHŞER
Yazarın görüşlerini değişik bir tarzda işlediği bir romandır.
ŞİMŞEK
Yazarın ilk romanlarındandır. Yazar bunda da bütün eserlerinde işlediği konuları, bir başka tarzda yeniden işlemektedir.
CANAN
Peyami Safa'nın "Şimşek", "Bir Akşamdı", "Mahşer" romanları tarzında bir diğer eseridir.
SÖZDE KIZLAR
Günümüzün kızlarını, onları mesud yahud bedbaht edebilecek hususları birer ibret levhası gibi yansıtmaktadır.
TÜRK İNKILABINA BAKIŞLAR
Atatürk İnkılâbları öncesindeki fikir cereyanlarını en gerçek kaynaklarıyla ortaya koymaya çalışmıştır.
Ömer Seyfettin (Kimdir - Hayatı - Eserleri)
Kardeşi İlhami ile Yirminci Asır adlı bir akşam gazetesi çıkardı. Bu gazetede "Asrın hikâyeleri" ilk hikâyelerini imzasız yayınladı (1919), Kültür Haftası (21 sayı, 15 Ocak-3 Haziran 1936) ve Türk Düşüncesi (63 sayı, 1953-1960) adlarında iki de dergi çıkardı. Tasvîr-i Efkâr, Cumhuriyet, Milliyet, Tercüman, Son Havadis gazetelerinde yazdı. Çok sevdiği oğlu Merve'yi askerliğini yaptığı sıra kaybetmesi Peyami Safa'yı çok sarstı. Bu olaydan birkaç ay sonra İstanbul'da öldü. Edirnekapı Şehitliği'nde gömülüdür.
Peyami Safa kendi kendisini yetiştirmiş ender şahsiyetlerden biridir. Fransızcayı Fransızca gramer kitabı yazabilecek kadar öğrenmiştir. 43 yıl hiç durmadan yazdı. Güçlü bir fikir adamı, romancı ve polemikçidir. Nâzım Hikmet Ran, Nurullah Ataç, Zekeriya Sertel, Muhsin Ertuğrul, Aziz Nesin'le polemiğe giriştir.
Öldüğü zaman Son Havadis gazetesi baş yazarı idi.
Peyami Safa halk için yazdığı edebî değeri olmayan romanlarını "Server Bedi" imzası ile yayınladı. Sayıları 80'i bulan bu eserler arasında; Cumbadan Rumbaya (1936) romanıyla, Cingöz Recai polis hikâyeleri dizisi en ünlüleridir. Ayrıca ders kitapları da yazdı. Peyami Safa'nın fıkra ve makalelerinde sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür. Romanlarında olaydan çok tahlile önem verdi. Toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirdi. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını ustaca işledi.
Romanları: Gençliğimiz (1922), Şimşek (1923), Sözde Kızlar (1923), Mahşer (1924), Bir Akşamdı (1924), Süngülerin Gölgesinde (1924), Bir Genç Kız Kalbinin Cürmü (1925), Canan (1925), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1930), Fatih-Harbiye (1931), Atilla (1931), Bir Tereddüdün Romanı (1933), Matmazel Noralya'nın Koltuğu (1949), Yalnızız (1951), Biz İnsanlar (1959). Hikâyeleri: Hikâyeler (Halil Açıkgöz derledi, 1980). Oyunu: Gün Doğuyor (1932). İnceleme- denemeleri: Türk İnkılâbına Bakışlar (1938), Büyük Avrupa Anketi (1938), Felsefî Buhran (1939), Millet ve İnsan (1943), Mahutlar (1959), Mistisizm (1961), Nasyonalizm (1961), Sosyalizm (1961), Doğu-Batı Sentezi (1963), Sanat- Edebiyat-Tenkid (1970), Osmanlıca-Türkçe- Uydurmaca (1970), Sosyalizm-Marksizim- Komünizm (1971), Din-İnkılâp-İrtica (1971), Kadın-Aşk-Aile (1973), Yazarlar-Sanatçılar- Meşhurlar (1976), Eğitim-Gençlik-Üniversite (1976), 20. Asır- Avrupa ve Biz (1976). Ders Kitapları: Cumhuriyet Mekteplerine Millet Alfabesi (1929), Cumhuriyet Mekteplerine Alfabe (1929), Cumhuriyet Mekteplerine Kıraat (I-IV, 1929), Yeni Talebe Mektupları (1930), Büyük Mektup Nümuneleri (1932), Türk Grameri (1941), Dil Bilgisi (1942), Fransız Grameri (1942), Türkçe İzahlı Fransız Grameri (1948).
Beşir Ayvazoğlu, Peyami, Hayatı, Sanatı Felsefesi Dramı'nı yayınladı (1998).
ESERLERi:
BiZ INSANLAR
Mütefekkir romancı bu eserde insan ruhunun derinliklerine büyük zekasının ışığını tutmaktadır. romanda asil bir ruhun insanın anlaşılmazlığı karşısındaki bunalımları, ikiyüzlülüğe ve bayağılıklara karşı isyanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâi hayanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâî hayatı perişan eden havası iinde dürüstlüğün ve ülkücülüğün savunması yapılmakta, kozmopolitliğe karşı milliyetçilik, materyalizme karşı maneviyatçılık bayraklaştırılmaktadır.
YALNIZIZ
Peyami Safa, bu eserinde insanlığı materyalizmin kör çenberini kırmağa, kendini kaybettiği ruhunu bulmaya çağırmaktadır. Asrımızda insanın bütün problemleri bu noktada düğümlenmektedir. Ve Allah'ı bilmedikçe, insanlık buhrandan buhrana yuvarlanacak, huzur ve sükun bulamayacaktır.
FATiH HARBiYE
Yazar bu romanında Tanzimat'tan kopup gelen, Millî Mücadelede ve sonraki yıllarda alevlenen batılılaşma hareketlerinin Türk tipindeki ve cemiyetindeki etkilerini incelemektedir.
MATMAZEL NORALiYA' NIN KOLTUĞU
Peyami Safa'nın mizac ve ruh yapısına uygun düşen bir konuyu ihtiva etmektedir. Ruhçu ve akılcı dünya görüşünün yazarın anlayışı çerçevesinde birleştirilmesi esasına dayanır.
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
Roman, yalnız ve hasta bir çocuğun ızdırabını, çocukça aşkını ve kıskançlığını; mes'ud olmak isteyen bir genç kızın temiz sevgisini; inanmak arzusu bütün benliğini saran bir insaın kuruntularını ve çıplak hastahane duvarı gerisindeki hıçkırıklarını anlatır.
MAHŞER
Yazarın görüşlerini değişik bir tarzda işlediği bir romandır.
ŞİMŞEK
Yazarın ilk romanlarındandır. Yazar bunda da bütün eserlerinde işlediği konuları, bir başka tarzda yeniden işlemektedir.
CANAN
Peyami Safa'nın "Şimşek", "Bir Akşamdı", "Mahşer" romanları tarzında bir diğer eseridir.
SÖZDE KIZLAR
Günümüzün kızlarını, onları mesud yahud bedbaht edebilecek hususları birer ibret levhası gibi yansıtmaktadır.
TÜRK İNKILABINA BAKIŞLAR
Atatürk İnkılâbları öncesindeki fikir cereyanlarını en gerçek kaynaklarıyla ortaya koymaya çalışmıştır.
Ömer Seyfettin (Kimdir - Hayatı - Eserleri)
Ömer Seyfettin, yazı ve öyküleriyle dilde sadeleşme hareketinin öncülüğünü yaparak yeni bir edebiyat akımının oluşumunu sağlayıp, Türk öykücülüğünde kısa öykü türünün dil, anlatım tekniği ile tematik yönden ilk özgün örneklerini vermiştir.
Aynı zamanda ulusal edebiyat akımını başlatan yazarlardan olan Ömer Seyfettin 28 Şubat 1884'te Gönen'de doğdu. Babası, Kafkasya Türklerinden yüzbaşı Ömer Şevki Beydir. Öğrenimine, dört yaşında iken, Gönen Mahalle Mektebi'nde başladı. Ailesiyle birlikte İstanbul'a gelince (1892), ilköğrenimini özel bir okul olan Aksaray'daki Mekteb-i Osmani'da sürdürdü. Babasının isteği üzerine, Eyüp baytar Rüştiyesi'nin subay çocuklarına özgü bölümüne yatılı olarak yazıldı (1893). Buradaki eğitiminden sonra (1896), Edirne Askeri İdadisi'ni (1900) ve İstanbul Mekteb-i Harbiye'yi bitirdi. 22 Ağustos 1903'te piyade teğmeni rütbesiyle mezun oldu.
Merkezi Selanik'te bulunan 3. Ordu'nun İzmir Redif Tümeni'ne, daha sonra da Kuşadası Redif Taburu'na atandı (1903-1906). İzmir Zabitan Efret Mektebi'nde öğretmenlik yaptı (1906-198). Üsteğmenliğe yükseldi. II. Meşrutiyet'in ilanı üzerine (23 Temmuz 1908), 3. Ordu'nun selanik'teki merkezinde görevlendirildi. Bir süre sonra da (1909) Makedonya sınırındaki Yakorit köyü sınır bölüğünde bölük komutanlığı yaptı. 1911'de öğrenim ücretini ödeyerek, isteğiyle ordudan ayrıldı, Selanik'e yerleşti. Ziya Gökalp ve arkadaşlarının çıkardıkları "Genç Kalemler" dergisinin kadrosuna katıldı.
Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine, yeniden orduya çağrıldı (14 Eylül 1914). Sırp ve Yunan cephelerinde savaştı. Yanya kalesinin savunmasında Yunanlılara tutsak düştü. Naflion kasabasında bir yıl süren tutsaklığı sona erince (Kasım 1913), 4 Aralık 1913'te İstanbul'a döndü. Kısa bir süre "Türk Sözü" dergisinin başyazarlığını yaptı. Kabataş Erkek Lisesi'nde edebiyat öğretmenliğine başladı (1914). Ölünceye dek bu görevini sürdürdü. Bir doktorun kızı olan Calibe Hanım'la evlendi (1915). Bu evlilikten Güner adında bir kızı oldu (1916).
Darülfünun'da (İstanbul Üniversitesi'nde) kurulan Tedkikat-ı Lisaniyye Encümeni üyeliğinde bulundu (1917-1918). Eylül 1918'de eşinden ayrıldı. 6 mart 1920'de kaldırıldığı Haydarpaşa Hastanesi'nde şeker hastalığından öldü. Kadıköy Kuşdili'ndeki Mahmut Baba Türbesi mezarlığına gömüldü. 1939'da, kemikleri Zincirlikuyu Mezarlığı'ndaki Asri Mezarlık'a taşındı.
Edebi yaşamı
Edebiyatla ilgisi, Edirne Askeri İdadisi'nde öğrenciyken başladı. İlk şiiri "Hisss-i Müncemid", "Ömer" "imzasıyla "Mecmua-i Edebiyye" de (7 Aralık 1316, "1900", Sayı: 9); "Gizli Kağıt" adlı ilk yazısı yine aynı derginin 20 Mart 1902 tarihli sayısında; ilk öyküsü "İhtiyarın Tenezzühü" ise "Sabah" gazetesinde yayımlandı (1902).
İzmir'de ve Makedonya'da görevli bulunduğu yıllarda "Sebat", "Hizmet", "Serbest İzmir" (1903), "Aşiyan", "Musavver Hale", "Düşünüyorum", "Kadın", "Rumeli", "Teşvik", "Piyano", "Zeka", "Çocuk Bahçesi", "Genç Kalemler" (1908-1912) gibi dergi ve gazetelerde şiir ve makaleleri çıktı.
Askerlikten ayrılıp Selanik'e yerleştikten sonra, başyazarlığını Yunus Nadi'nin yaptığı "Rumeli" gazetesinde, "Kadın" ve "Bahçe" dergilerinde yazdı. Ziya Gökalp ve Ali Canip'le (Yöntem) birlikte yeni biçimde çıkarmaya başladıkları "Genç kalemler2 (11 Nisan 1911) dergisindeki yazılarıyla asıl ününü yaptı. Derginin ilk sayısında imzasız olarak yayamladığı "Yeni Lisan" makalesinde ileri sürdüğü görüşler ve savunduğu düşüncelerle ilgiyi çekti. Bu görüşleri Milli Edebiyat akımının başlangıç bildirisi olarak nitelendirildi.
Tutsaklığı sonrasında İstanbul'a dönünce, "Türk Sözü" dergisinin başyazarlığına getirildi (12 Nisan 1330, 1914) Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ziya Gökalp'in çıkardığı "Yeni Mecmua"da (Temmuz 1917) yayımladığı öyküleriyle ünü yaygınlaştı. "Tanin", "Vakit", "Türk Dünyası", "Zaman", "İfham" gazetelerinde (1918-20); "Türk Yurdu" (1913), "Yeni Mecmua" (1917) "İnci", "Diken", "Şair" (1918); "Donanma", "Büyük Mecmua" (1919) gibi dergilerde öykü ve romanlarının yanı sıra şiir ve makaleler yayımladı. Yarım kalan iki çevirisi; İlyada 1918'de "Yeni Mecmua"da, Kalavela ise "Türk Yurdu"nda tefrika edildi.
Sağlığında kitap olarak üç yapıtı yayımlandı: Ashab-ı Kehfimiz, (roman, 1918); Harem, (uzun öykü, 1918); Efruz Bey, (roman, 1919). Bazı öyküleri, ölümünden sonra iki ciltte toplandı: Yüksek Ökçeler, 1923; Gizli Mabet, 1923. yapıtları toplu olarak 1938'de yayınlanmaya başladı (9 cilt). Birkaç kez basılan bu ciltlerin 1950'den sonraki yeni basımlarını hazırlayan Şerif Hulusi; notlar ve varyantlar ekleyerek yapıtları 10 cilt olarak yeniden düzenledi. Bunu, 1962'de, Tahir Alangu tarafından, külliyatına girmemiş 30 öyküsü eklenerek "Toplu Eserleri" adı altında 11 ciltlik yeni basımı izledi. 1970'de yayınlanmaya başlayan "Bütün Eserleri" temalarına göre 11 ciltte toplandı. Şiirleri Fevziye Abdullah Tansel tarafından derlenerek, Ömer Seyfettin'in Şiirleri adı altında yayınlandı (1972).
Yaşadığı dönem ve düşünce dünyası
Fransız devrimiyle gelen özgürlük yanlısı düşünceler, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan azınlıkları "ulusal bilince" yönelme mücadelelerini geliştirir. Balkan Savaşı öncesi, İmparatorluk içinde başlayan bu çözülüşe karşı devletin birliğini korumak, yıkılışını önlemek ülküsünden hareket eden siyasi akımlara (İslamcılık, Osmanlıcılık, Batıcılık) 1911'den sonra ortaya çıkan Türkçülük akımı da katılır. İmparatorluk içindeki ulusların bağımsızlık mücadeleleri ve imparatorluğun çöküşünü hazırlayan etkenler karşısında devletin birliğini ayakta tutabilecek ülkü olarak benimsenen Türkçülük akımının siyasi alanda "halka doğru" yönelişi; edebiyat alanında da "ulusal kaynaklara dönme" düşüncesini oluşturur. Halka ulaşabilmenin tek yolu olarak da ulusal bir dil, tarih ve kültür birliğine sahip çıkılmasıyla olabileceği düşüncesini yaygınlaştırır. Özünde halka yönelikliği amaç edinen bu eğilim, ulusal bir edebiyatın oluşmasında da ulusal bir dilin benimsenmesini ilke edinir. Bu görüşlerden yola çıkan Ziya Gökalp ve arkadaşlarının, İkinci Meşrutiyet'in getirdiği özgürlük ortamında, "Genç Kalemler" dergisi çevresinde başlattıkları hareket; bu akımın ulusal bilinçlenme yolundaki yönlendirici çabası sayılır. Tanzimat'tan beri süregelen dilde sadeleşme eğilimi, bu düşünceden hareketle benimsenir, geliştirilip sistemleştirilir.
"Yeni Lisan" hareketi
Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp ve Ali Canip tarafından Selanik'te çıkarılan "Genç Kalemler" dergisinde yayımladığı "Yeni Lisan" adlı makalesinde; "milli bir edebiyat vücuda getirmek için evvela milli bir lisan ister", düşüncesini savunarak, bu akımın ideolojisini oluşturan öncüleri arasında yer alır. Dilin sade, yalın ve anlaşılır olmasından yanadır. Türkçenin kurallarına göre hareket edilmesini, dilin Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılmasını savunur. Halkın anlayacağı bir dille yazmayı, halka gitmenin ilk koşulu olarak benimser. Ürünleriyle, bu yönelimin Türk edebiyatının ilk örneklerini verir. Milli edebiyat akımının oluşmasında önemli katkılarda bulunur.
Birinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında, Ziya Gökalp ile İttihat ve terakki' Merkez Umumisi'nden belli bir kadronun belirlediği yeni kültür politikasına bağlanır. Bu dönemde (1914-1916) edebiyat dışı çalışmaları, polemik yazarlığı ve kadro adamlığı yanı ön plana çıkar. İttihat ve Terakki Fırkası'nın görüşlerini savunduğu görülür. Bu amaçla, 1914'te, "Panislamist ve Pantürkist" görüşleri savunan "Yarınki Turan Devleti" ve "Tarhan" takma adıyla "Ameli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset" adlı kıtapçıkları yayımlar.
Öykücülüğünün evreleri
Yazın yaşamının ilk evresi sayılan İzmir döneminde (1903-1908) Baha Tevfik, Hemmet Necip (Türkçü), Yakup kadri, Şehabettin Süleyman gibi yazarlarla ilişki kurması; ona, düşün dünyasını zenginleştiren bir ortam hazırladı. Fransız edebiyatını yakından izlemesi, özellikle de Guy de Maupassant ve Emile Zola'yı tanıması, M. Necip Türkçü'nün dil üstüne görüşlerinden etkilenmesi bu dönemine rastlar.
Yazın yaşamına girişi şiirle oldu. Bu evrede yazdığı şiirlerinde Servet-i Fünun şairlerinin etkileri görülür. Aruz ölçüsüyle yazdığı şiirlerinde ağdalı bir dil hakimdir. "Yeni Lisan" akımı sonrası hece ölçüsüyle yazar.Dilini daha yalın ve anlaşılır kılar. Şiiri, düşüncelerini ve ülküsünü anlatabilmede bir araç olarak görür.
Öykücülüğünün birinci evresini oluşturan 1909-1913 yılları, Makedonya'da bulunduğu süreyi kapsar. Balkan uluslarının ulusal kurtuluş mücadeleleri onun "ulusal" bilince ulaşma düşüncesini etkilerken, bu dönem öykülerinin de başlıca temasını oluşturur. Buradan hareketle, yaşadığı devrin siyasal hareketlerini eleştiren, Türkçülük anlayışını destekleyen öyküler yazdı. Bu öyküleriyle bir yandan da sade dil anlayışının savunuculuğunu yaptı. Öykücülüğünün ikinci evresinde (1917-1920) toplumsal eleştiri ve taşlama yanı ağır basan öyküler yazdı. İmparatorluğun savaştan yenik çıkmasıyla iyice belirginleşin yıkılış günlerinin sorunlarına yönelir. Son dönem öykülerinde mizah yanı ağır basar. Yaşanılan koşullar, onun bu tür öyküye yönelişini hazırlar.
Romanları
Yaşadığı yıllarda yayınlanan üç romanı ( Ashab-ı Kehfimiz, Efruz Bey, Yalnız Efe, 1919) onun bu alanda yarım kalmış denemeleri olarak sayılır.
"Fantezi roman" olarak nitelendirilen Efruz Bey; 1908'den Mütareke yıllarına kadarki süreci, aydın kişilerin eleştirisi ekseninde yansıtır. Dönemin aydın hastalıklarını, siyasi akımların yanlış yönsemelerini toplumsal eleştiri bağlamında, yeni bir roman tekniğiyle verir.
Yarın kalan romanı Yalnız Efe, destansı bir nitelik taşır. Konusunu bir halk menkıbesinden almıştır. Dönemin toplumsal ortamında, yapılan haksızlıklara başkaldırarak silahlanıp dağa çıkan -kız kahraman- Yalnız Efe'nin kişiliğinde Türk halkanın direnme gücünü göstermeye çalışmıştır.
Yapıtları
Öykü: Harem, (u.ö.), 1918; Yüksek Ökçeler, (ö.s.), 1923; Gizli Mabet, (ö.s.), 1923; bahar ve Kelebekler, (ö.s.), 1927.
Bütün Eserleri, temalarına göre bir araya getirilen basım: Efruz Bey, 1970; kahramanlar, 1970; bomba, 1970; Harem, 1970; Yüksek Ökçeler, 1970; Yüzakı, 1970; Yalnız Efe, 1970; Falaka, 1970; Aşk Dalgası, 1970; Beyaz Lale, 1970; Gizli Mabet, 1970.
Roman: Ashab-ı Kehfimiz, 1928; Efruz Bey, 1919.
Yapıtları Bütün Eserleri başlığında Bilgi Yayınevi tarafından yeniden yayınlandı: 1.Efruz Bey, 1999. 10 Basım, 224 s.; 2. Eski Kahramanlar, 1998, 9. Basım, 144 s.; 3. Bomba, 1998, 11. Basım, 152 s.; 4. Harem, 1998, 4. Basım, 184 s.; 5. Yüksek Ökçeler, 1998, 5. Basım, 176 s.; 6. Yüzakı, 1997, 152 s.; 7. Yalnız Efe, 1999, 176 s.; 8. Falaka, 1999, 144 s.; 9. Aşk Dalgası, 1999, 176 s.; 10. Beyaz Lale, 1998, 6. Basım, 192 s.; 11. Gizli Mabet, 1996, 144 s.; 12. Doğduğum Yer, (şiir), 1989, 2. Basım, 176 s.; 13. Dil Konusunda Yazılar,(deneme), 1999, 2. Basım, 200 s.; 14. Sanat ve Edebiyat Yazıları, (deneme), 1998, 2. Basım, 240 s.; 15. Olup Bitenler, Toplumsal yazılar, (deneme), 1999, 2. Basım, 240 s.; Türklük Üzerine Yazılar, (deneme), 1993, 176 s.
Ayrıca Dergah Yayınları Bütün Eserleri adıyla başlattığı diziyi Hülya Argunşah yayına hazırladı. Dizide yayınlanan kitapla ise şunlar: Hikayeler: I, 1999; Hikayeler:II, 1999; Hikayeler:III, 1999; Hikayeler: IV, 1999.
Bir Öykü - BAHAR VE KELEBEKLER (*)
Küçük salonun fes renginde kalın, ağır perdeli penceresinden dışarı muhteşem, parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema... Çiçekli ağaçlar... Uyur gibi sessiz duran deniz... Karşı sahilde mor, fark olunmaz sisler altında dağlar, korular, beyaz yalılar... Bütün bunların üzerinde bir esatir rüyasının havai hakikati gibi uçan martı sürüleri! Pencerenin önündeki şişman koltuğa gayet zayıf, gayet sarı, gayet ihtiyar bir kadın oturmuştu. Bahara, hayata dargın gibi arkasını dışarıya çevirmişti. Sönmüş gözleri köşelerdeki gölgelere karışıyordu. Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer, güzel bir kız, siyah maroken kaplı bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kır kokuları; deniz, dalga fısıltıları getiren tatlı bir nisan rüzgarı giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardı. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yaşında idi. Köşelerin hafif karanlıklarından bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini arasıra, karşısında kitap okuyan genç kıza, bu torununun torununa atfediyordu... Birden, üç dişi kalan buruşuk ağzını açtı. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmış, katılaşmış elini başına ***ürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altında daha beyaz görünen saçlarına dokundu. Bir an düşündü. Yine esnedi. Galiba uyanacaktı. Arkasındaki açık pencereden giren muharrik rüzgar onu tehyic ediyor, kuşların güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandırıyordu. Yavaş yavaş kamburunu arkasına dayadı. Ellerini dizlerine koydu, başını kaldırdı. Biraz doğruldu. Torununun torununa,
"Yavrum, niçin susuyorsun?" dedi. "Biraz konuşalım."
Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından ayırmayarak,
"Okuyorum büyükanneciğim" dedi.
Ancak on sekiz yaşında vardı. Şezlongdaki mühmel uzanışı ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüpünün altında bedii bir vuzuh ile irtisam eden kalçaları daha dolgun, daha geniş, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe beyaz gölgeleri içinde pek şuh, pek uyanık duran bacakları daha tombul, daha nefis, ayakları daha küçük görünüyordu. Tuttuğu siyah maroken cildin üzerinde beyaz, parlak, zarif, ince elleri asi bir istical ile göğsünden fırlamak ister gibi kabaran memelerine dayanıyor, sanki onları zaptediyordu. Gür siyah saçları mağmum, hüzünlü çehresi etrafında mesut edici, düşündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:
"Okuduğun ne, kızım?"
"Bir roman."
"Neden bahsediyor?"
"Hiç."
Büyük nine tekrar daldı. Karşısındaki, senelerce evvel ihtiyarlayıp ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakıyordu. Bu vücut işte hayatının baharı idi. Arkasındaki, görmek istediği şu pencerenin dışarısındaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabancı duruyordu. Kendisini tehyic eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yaşında bir aşığın busesi kadar leziz, muharrik olan bu nisan rüzgarı, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarında biraz tebessüm, gözlerinde biraz şule uyandırmıyordu. Tekrar sordu:
"Söyle yavrum, o roman ne diyor?"
Genç kız büyük gözlerini kaldırdı. Kitabı dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile,
"Büyükanneciğim, Fransızca bir roman işte..." dedi.
Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:
"Adı ne?
"Desenchanté..."(**)
"Ne demek?"
"Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar demek."
"Onlar kimmiş?"
"Biz... Türk kadınları..."
Büyük nine düşündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa şimdi pek elemli bakıyordu: Bu kız tıpkı büyük matemleri geçirmiş, felaketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu. Onları bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir acı duydu. Bu genç, bu güzel kıza acıyordu. Titreyen kadit ellerini koltuğunun yanlarına dayadı. Hiddetlenmiş gibi biraz yükseldi.
"Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı?" dedi. "Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, sadetten mahrum değildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olan sizsiniz. Şimdiki kadınlar... Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!... gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz."
Genç kız gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakaşa ederdi.
"Hiç siz okumaz mıydınız, büyükanneciğim?" diye sordu.
"Okurduk. Kibar, büyük efendiler kızlarına Farisi öğretir, Cami dersleri gösterirlerdi. 'Tuhfe-i Vehbi'yi okuturlardı. Fuzuli'nin, Baki'nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevi'yi anlardık. Mükemmel seci'ler, kafiyeler yapar, kocalarımızla münakaşa eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih: 'Fazıla, edibe, şaire, akıle....' idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah... At elinden o kitabı!"
Esmer güzeli kız yeniden gülümsedi,
"Peki, büyükanneciğim" dedi, "bu kitabı atayım... Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde bu mevkufiyetin yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum."
"Hayır kızım, okuyor, fakat eğlenmiyorsun. Gözlerini görsen... Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder..."
"Peki söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?"
Büyük nine düşünmeye başladı; evet, ne yapsın? Şimdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayatı birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar alemi vardı ki, şimdi tamamıyla dağılmıştı. Bu alem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı feraceler... ah hele kırmızı feraceler... baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı birer gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf, hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi.
Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafeşantalar, kerhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eşlerinden ayıran, zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan felaket mahalleri yoktu. Kadınlar erkekleriyle üzülmeden yaşıyor, sonra o vakitki aşı boyalı büyük evlerin büyük sofalarında, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarında, cesim, nadir yalılarda toplanıyorlar, eğleniyorlar, mesut oluyorlardı. Ne oyunlar, ne adetler, ne zevkler vardı ki, bugün hepsi tamamıyla unutulmuştu. Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap değiştirmek, moda çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir tekebbürden, manasız ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasından başka bir şey yoktu... Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hulyaya inkılap etti. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil!... Her şeyden nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta tedavisi imkan haricinde bir nesil, ah şimdiki mariz ve müteverrim muhit..
Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü ıstıraplarıyla seri ve ani mukayesesi, zihninde şedit bir yorgunluk husule getiriyor, onu hala yaşadığına müteessif ediyordu. Genç ve esmer kız yüz yaşına girmeye birkaç adımı kalmış olan bu annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgın dalgın bakarak onun zamanındaki kadınların saadetinin ne olabileceğini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamıyordu:
"Sustunuz, büyükanneciğim..." dedi.
İhtiyar kadın, buruşuk gözlerini açtı:
"Ah!... Eski günleri, eski saadetleri düşünüyorum."
"Eski zamanda, sizin zamanınızda bugünden fazla ne vardı, nineciğim?"
"Çok... birçok şeyler..."
Büyükanne tamamıyla doğruldu. Söyleyeceklerini zihninde toplar gibi bir an düşündü. Sonra yine başladı. Genç kız onun dişli ağzının içindeki derin sivri karanlığa bakıyor, oradan çıkan kelimeleri sanki ziyade temaşa ediyordu.
"Evet yavrum, birçok şeyler vardı. Her şey bizim için zevk, eğlence idi. Her şey: Çocukluk, mektebe başlayış, feraceye giriş, kocaya varış, doğuruş, hatta ihtiyarlayış bile... Bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu. Bütün hayatımız eğlence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdı ki bir mektebe başlama, bir sünnet, bir düğün, bir loğusa cemiyeti görmeyelim. Bu esvaplarımız, kınalarımız bile eğlenceye vesile olurdu. Manilerimiz, şarkılarımız vardı. Toplanır, aramızda müşavere eder, kış geceleri divanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eğlence idi. Her mevsimin kendine mahsus adeti, eğlencesi, ananesi vardı. Daha hiç açmamış, bir senelik gül ağaçlarının dibine akşamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah güneş doğarken mani söyleyerek tekrar çıkarırdık. Biribirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kış herkesin lafına, bir söylediğini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadınlar vardı."
Büyük nine ateh getirmiş ihtiyarların yalnız çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatıyordu. O esnada bir kuş kümesi pencerenin yakınındaki bir ağacın dallarına konmuştu. Şiddetle cıvıldaşıyorlar, keskin çığlıklarını ihtiyarın hafif ve titrek sadasına karıştırıyorlardı:
"Evet, yavrum biz sizin gibi 'Ne yapalım?' diye düşünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sıkıntısının ne olduğunu bilmezdik. Hasılı her şey gülmeye, eğlenmeye vesile idi. Mesela bahar... Ah, siz odalarda kapalı oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. Baharın kendine mahsus eğlenceleri, ananeleri vardı."
"Ne gibi büyük nineciğim?"
"Ne gibi olacak bahar da her mevsim gibi eğlence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatımızı baharda tefeül eder, güler, eğlenir, oynardık. Ah bu tefeül... pek şairane, pek latif, pek hassastı. Daima doğru çıkardı. Hepimiz itikat ederdik."
"Nasıl?"
"Bahar geldi, ağaçlar çiçek açmaya, yapraklar yeşillenmeye, çimenler baş göstermeye başladı mı, bizim gözümüz artık odalarda duramazdı. Bahçeye koşar, baharın ortasında gezinirdik. İlk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu arar, onu beklerdik. İlk kelebeğin beyaz, pembe olması için maniler söyler, dalların üzerine beyaz ve pembe kumaş parçaları atardık. Sarı veyahut siyah bir kelebek göreceğiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik."
"Niçin?"
"Çünkü kelebeklerin birer manaları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara itikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe... Pembe kelebek: Sıhhat ve afiyete... Sarı kelebek: Kedere, hastalığa... Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kail olurduk... Bahar çiçekleri altında beyaz kelebeğin şerefine semailer okurduk..."
Büyük nine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumi manalarını anlatıyor, beyaz kelebek kümelerinin zenginliğine, pembe kelebek kümelerinin bolluğa, sarı kelebek kümelerinin kıtlığa; kırmızı kelebeklerden müteşekkil, pek nadir görülen meşum kümelerin mutlaka bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete işaret olduğunu söylüyor, uzatıyor, büyük vakalardan evvel hep bu kümeleri o vakitki kadınların müşahede ederek erkeklerine haber verdiklerini hikâye ediyordu. Genç esmer kız artık dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyükannesinin arkasındaki pencereden görülen nisan semasının mavi beyaz aydınlığına dikmiş, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lazım geliyordu. Kendileri yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidai kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor, eski kadınlığın zevke, saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususi bir mabet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazarıyla bakıyorlar, siyah çarşaflı kalın peçeleri ezici, soldurucu, vahşi, merhametsiz esaret örtüleri telakki ediyorlardı. Fakat haksız mıydılar? Mademki "terakki"den içtinap kabil değildi; terakki ise mutlaka değiştirmek, mutlaka eskiye benzememek idi, o halde asırlarca evvelki Türk kadınlığı da iptidai, mebnai halinde kalamazdı. Kuklalıktan, bebeklikten, masumiyetten, hasılı dişilikten çıkacak, hakiki kadın haline gelecek, erkeklere tefevvuk etmese bile müsavi bulunacak, bütün manasıyla insan, insan olacaktı... Büyük ninesinin "tarih-i mukaddes" hikâyeleri gibi garip vehimler içinde uzayan sözlerini artık işitmiyordu. Hayalinden bir sene evvelki gürültüleri, sevinçleri, nutukları, tiyatroları, konferanslarıyla Meşrutiyetin ilanı geçiyor, hala tükenmez el şakırtıları, alkış kabusları işitiyor gibi oluyordu. O günler kendileri için ne mesuttu. Bir an, bu siyah, sıkı esaretten azat edileceklerini, insanlık hakkına nail olacaklarını ümit etmişlerdi. Ah bu ümit, nasıl çabucak sönmüş, söndürülmüş; bu hayal, ne feci bir surette kırılmıştı... Düşünüyor, ağlamak istiyor, titriyordu. Lakin... Lakin istikbalden bir şey ümit edemezler miydi? Türk kadınlığı bir gün yüksek idrakıyla, altı asırlık tesadüfi, tabii bir ıstıfa sayesinde harika haline gelen hüsniyle, zekasıyla, bir Avrupalı kadın gibi insanlık sahnesine çıkarak ihtiramlar, perestişler önünde yükselemeyecek miydi?... Bugünkü tevekkül daha ne kadar devam edebilirdi? Büyük nine nihayetsiz hikâyesine devam ediyor; genç, esmer kız tahayyül ediyor, zihninde müphem hayallere karışan abus suallere cevap veremiyordu. Birden gülümsedi. Kelebeklere tefeül etmek... Bu pek hoş olacaktı. Eski Türk kadınlığının itikatları yeni Türk kadınlığının talihine nasıl bir hüküm verecekti? Merak ediyordu. Uzandığı şezlongdan doğruldu. Ayağa kalktı. Büyük nine susmuştu. Torununun bu ani kalkışına taaccüple bakıyordu.
Sordu:
"Ne var kızım, neye kalktın?"
Güzel, esmer kız gülerek,
"Ben bu bahar hiç kelebek görmedim. Kendim için değil, benim gibi olanlar için Türk kızları için, bütün Türk kızlarının talii için bakacağım" dedi, pencereye yaklaştı.
Büyük nine titreyerek koltuğundan kalktı.
"Gözlerim o kadar görmez ama" diyordu, "ben de bakayım sizin için..."
İkisi de pencerenin kenarında idiler. Sağda genç kız muhteşem, levent endamıyla yükseliyor, solda minimini, kambur büyük nine duruyordu. Dışarıya bakıyorlardı. Bütün tabiat gözleri kamaştıran tatlı, sıcak bir aydınlıkta parlıyordu. Denize güneş aksetmiş, onu başka elemlere akıp giden ebedi, nihayetsiz bir gümüş nehrine benzetmişti. Ağaçların ufak, koyu yeşil yaprakları hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düşüyordu. Karşı sahil tirşe dağları, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap memleketini bir peri payitahtını andırıyordu. Susuyor, bakıyorlardı. Henüz bir kelebek görmemişlerdi. Çiçek tarhları üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor, birden kayboluyorlardı. Tek bir martı yakın bir tehlikeden, meçhul bir şeametten kaçar gibi hızla geçiyor, haykırıyordu. Nerede oldukları görülmeyen kuşlar mütemadiyen ötüyorlar, cıvıltıları canlı ve tannan bir ziya yağmuru gibi semadan yağıyor zannolunuyordu. Genç kız birden, elini kalbine ***ürdü, yavaş bir sesle,
"Ah işte..." dedi.
Pencerenin yakınında, ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuşuyordu. Gösterdi. Büyük nine korkunç ve iskelet parmağıyla,
"Fakat ben senden evvel şu beyazı gördüm" diye mermer havuzun üstünde dolaşan bir kelebeği gösterdi.
Genç kız son bir cebirle ona da baktı:
"Ah büyük nineciğim, iyi göremiyorsunuz" dedi, "o beyaz değil, sarı bir kelebek.."
...Anasının ruhuna meçhul bir elem hücum etti, gözleri karardı. Bu parlak taze tabiat şimdi ona meyus görünüyor, mermer havuz genç, esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhları müteverrim kızların metruk çiçekli kabirlerine benziyordu. Geri çekildi. Yine şezlonga döndü. Büyük nine de kendisine ölümü ihtar eden bu sarı, siyah kelebekli bahardan ürkmüş, yine arkasını dönmüştü. Koltuğunda yusyuvarlak oturuyor, kamburunu iyice çıkarıyordu. Genç kız elinden bırakmadığı siyah maroken kaplı kitabını açtı, bu kitap şimdi siyah, büyük, ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamıyla örtüyordu. Okumuyor, irsi, intisali bir vehim ile kelebeklerin yalan söylemediğine; zavallı yeni neslin, şimdiki Türk kadınlığının talii ancak felaket, keder, ölüm olduğuna, ebediyen siyah kefeni yırtamayacağına, tesettürden kurtulamayacağına, evlerin boş, tenha duvarları arasında, meçhul çiçekler gibi açmadan, doğmadan öleceğine kanat getirir gibi oluyordu... Mazi, batıl itikatlar o kadar kuvvetli, müthiş idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çalıyor, tahavvül kanununun o muhayyel mazari kuvvetini esasından kırıyordu. Düşünüyordu; fakat bu batıl itikatlar, bu haşin, anut, katil mazinin ani tahakkümü yalnız Türklere, yalnız Türkiye'ye mahsus değildi. Birkaç hafta evvel Paris'te tahsilde bulunan kardeşi, oturduğu evin tabldotunda perhiz münasebetiyle et, yağ bulunmadığını, Paris'te aileler arasındaki Katolik deliliğin, dini taassubun bir mislini Sudan'da, çöllerde, kumlu, hudutsuz yamyamlar memleketinde bile bulmak mümkün olmayacağını yazıyordu... Birden kendisi gibi başka ufuklar, başka saadetler, başka hayatlar tahayyül eden mahrum kadınların romancısı, büyük bir garp muharririnin şakirdine her şeyin bir hududu olduğundan bahsettikten sonra: "...Lakin insanların behimiyetine nihayet yoktur!" dediğini hatırladı.
Pencereden, sevdiğine kavuşmadan ölen genç ve müteverrim bir aşıkın son veda busesi kadar ince, nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerin bırakılmış taze çelenk kokuları getiriyor, odanın gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalanıyordu...
Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Bu meşum tefeülün ihtiyar dimağında husule getirdiği yorgunluk on bir uyku ilacı gibi tesir etmişti. Genç kız... Genç, esmer kız gözlerini kitaba dikmiş, okumuyor, kitabı tutan zambak ellerini asi, anarşist göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına yükselen kalbi ihtilali, bu şedit, sebepsiz hırçınlığı tutmaya çalışıyordu. Odanın uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk kadınlığının meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki neslin son numunesini, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatırası... diğeri, bugünün bir asırlık mecburi tagayyürün narin, tatmin olunmaz bir çiçeği idi. Netice itibariyle ikisinin de talihi bu kapalı tenha oda, bu muhteşem, süslü mezar idi. Pencerenin yakınlarına gelen kuş kümesi, bazen şedit bir cıvıltı, aydınlık bir gürültü koparıyor, sonra susuyordu. Büyük nine uyudu. Artık hafif, kuvvetsiz bir ihtizar hırıltısı ile horluyordu. Torununun torunu, genç kız, güzel kız, esmer kız hala hıçkırığını zaptediyor, donmuş gibi, şezlonguna uzanmış duruyordu. Geniş pencereden intizamsız fasılalarla giren kokulu, çiçekli bahar rüzgarının cereyanı ansızın deminden gördükleri siyah kelebeği getirdi! Bu siyah kelebek parlak, muhteşem tabiatın, çiçekli, müşfik baharın cennetinde, cehennemin zulmet, cehalet müvekkilinin siyah ruhunu andırıyordu. Şimdi bu siyah ruh çimen, çiçek kokularıyla gelmiş, şu geniş pencerenin önünde çırpınıyordu. İçerdeki, müstebit muhitin, hain mazinin, zalim itikatların doğmadan katlettiği bu canlı ölüleri, onların müebbet sükununu seyrederek mahzuz, mütelezziz oluyor, nerede oldukları belli olmayan kuşlar, insafsız ve yakıcı bir hücuma uğramışlar gibi ansızın bütün kuvvetleriyle cıvıldamaya başlıyor, bütün tabiatı istila eden şedit, feci cıvıltılarla acı acı feryat ediyorlardı.
(Genç Kalemler dergisi, c:II, 1326/1911, sayı: 26)
KemaL Sunal
Aynı zamanda ulusal edebiyat akımını başlatan yazarlardan olan Ömer Seyfettin 28 Şubat 1884'te Gönen'de doğdu. Babası, Kafkasya Türklerinden yüzbaşı Ömer Şevki Beydir. Öğrenimine, dört yaşında iken, Gönen Mahalle Mektebi'nde başladı. Ailesiyle birlikte İstanbul'a gelince (1892), ilköğrenimini özel bir okul olan Aksaray'daki Mekteb-i Osmani'da sürdürdü. Babasının isteği üzerine, Eyüp baytar Rüştiyesi'nin subay çocuklarına özgü bölümüne yatılı olarak yazıldı (1893). Buradaki eğitiminden sonra (1896), Edirne Askeri İdadisi'ni (1900) ve İstanbul Mekteb-i Harbiye'yi bitirdi. 22 Ağustos 1903'te piyade teğmeni rütbesiyle mezun oldu.
Merkezi Selanik'te bulunan 3. Ordu'nun İzmir Redif Tümeni'ne, daha sonra da Kuşadası Redif Taburu'na atandı (1903-1906). İzmir Zabitan Efret Mektebi'nde öğretmenlik yaptı (1906-198). Üsteğmenliğe yükseldi. II. Meşrutiyet'in ilanı üzerine (23 Temmuz 1908), 3. Ordu'nun selanik'teki merkezinde görevlendirildi. Bir süre sonra da (1909) Makedonya sınırındaki Yakorit köyü sınır bölüğünde bölük komutanlığı yaptı. 1911'de öğrenim ücretini ödeyerek, isteğiyle ordudan ayrıldı, Selanik'e yerleşti. Ziya Gökalp ve arkadaşlarının çıkardıkları "Genç Kalemler" dergisinin kadrosuna katıldı.
Balkan Savaşı'nın başlaması üzerine, yeniden orduya çağrıldı (14 Eylül 1914). Sırp ve Yunan cephelerinde savaştı. Yanya kalesinin savunmasında Yunanlılara tutsak düştü. Naflion kasabasında bir yıl süren tutsaklığı sona erince (Kasım 1913), 4 Aralık 1913'te İstanbul'a döndü. Kısa bir süre "Türk Sözü" dergisinin başyazarlığını yaptı. Kabataş Erkek Lisesi'nde edebiyat öğretmenliğine başladı (1914). Ölünceye dek bu görevini sürdürdü. Bir doktorun kızı olan Calibe Hanım'la evlendi (1915). Bu evlilikten Güner adında bir kızı oldu (1916).
Darülfünun'da (İstanbul Üniversitesi'nde) kurulan Tedkikat-ı Lisaniyye Encümeni üyeliğinde bulundu (1917-1918). Eylül 1918'de eşinden ayrıldı. 6 mart 1920'de kaldırıldığı Haydarpaşa Hastanesi'nde şeker hastalığından öldü. Kadıköy Kuşdili'ndeki Mahmut Baba Türbesi mezarlığına gömüldü. 1939'da, kemikleri Zincirlikuyu Mezarlığı'ndaki Asri Mezarlık'a taşındı.
Edebi yaşamı
Edebiyatla ilgisi, Edirne Askeri İdadisi'nde öğrenciyken başladı. İlk şiiri "Hisss-i Müncemid", "Ömer" "imzasıyla "Mecmua-i Edebiyye" de (7 Aralık 1316, "1900", Sayı: 9); "Gizli Kağıt" adlı ilk yazısı yine aynı derginin 20 Mart 1902 tarihli sayısında; ilk öyküsü "İhtiyarın Tenezzühü" ise "Sabah" gazetesinde yayımlandı (1902).
İzmir'de ve Makedonya'da görevli bulunduğu yıllarda "Sebat", "Hizmet", "Serbest İzmir" (1903), "Aşiyan", "Musavver Hale", "Düşünüyorum", "Kadın", "Rumeli", "Teşvik", "Piyano", "Zeka", "Çocuk Bahçesi", "Genç Kalemler" (1908-1912) gibi dergi ve gazetelerde şiir ve makaleleri çıktı.
Askerlikten ayrılıp Selanik'e yerleştikten sonra, başyazarlığını Yunus Nadi'nin yaptığı "Rumeli" gazetesinde, "Kadın" ve "Bahçe" dergilerinde yazdı. Ziya Gökalp ve Ali Canip'le (Yöntem) birlikte yeni biçimde çıkarmaya başladıkları "Genç kalemler2 (11 Nisan 1911) dergisindeki yazılarıyla asıl ününü yaptı. Derginin ilk sayısında imzasız olarak yayamladığı "Yeni Lisan" makalesinde ileri sürdüğü görüşler ve savunduğu düşüncelerle ilgiyi çekti. Bu görüşleri Milli Edebiyat akımının başlangıç bildirisi olarak nitelendirildi.
Tutsaklığı sonrasında İstanbul'a dönünce, "Türk Sözü" dergisinin başyazarlığına getirildi (12 Nisan 1330, 1914) Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ziya Gökalp'in çıkardığı "Yeni Mecmua"da (Temmuz 1917) yayımladığı öyküleriyle ünü yaygınlaştı. "Tanin", "Vakit", "Türk Dünyası", "Zaman", "İfham" gazetelerinde (1918-20); "Türk Yurdu" (1913), "Yeni Mecmua" (1917) "İnci", "Diken", "Şair" (1918); "Donanma", "Büyük Mecmua" (1919) gibi dergilerde öykü ve romanlarının yanı sıra şiir ve makaleler yayımladı. Yarım kalan iki çevirisi; İlyada 1918'de "Yeni Mecmua"da, Kalavela ise "Türk Yurdu"nda tefrika edildi.
Sağlığında kitap olarak üç yapıtı yayımlandı: Ashab-ı Kehfimiz, (roman, 1918); Harem, (uzun öykü, 1918); Efruz Bey, (roman, 1919). Bazı öyküleri, ölümünden sonra iki ciltte toplandı: Yüksek Ökçeler, 1923; Gizli Mabet, 1923. yapıtları toplu olarak 1938'de yayınlanmaya başladı (9 cilt). Birkaç kez basılan bu ciltlerin 1950'den sonraki yeni basımlarını hazırlayan Şerif Hulusi; notlar ve varyantlar ekleyerek yapıtları 10 cilt olarak yeniden düzenledi. Bunu, 1962'de, Tahir Alangu tarafından, külliyatına girmemiş 30 öyküsü eklenerek "Toplu Eserleri" adı altında 11 ciltlik yeni basımı izledi. 1970'de yayınlanmaya başlayan "Bütün Eserleri" temalarına göre 11 ciltte toplandı. Şiirleri Fevziye Abdullah Tansel tarafından derlenerek, Ömer Seyfettin'in Şiirleri adı altında yayınlandı (1972).
Yaşadığı dönem ve düşünce dünyası
Fransız devrimiyle gelen özgürlük yanlısı düşünceler, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan azınlıkları "ulusal bilince" yönelme mücadelelerini geliştirir. Balkan Savaşı öncesi, İmparatorluk içinde başlayan bu çözülüşe karşı devletin birliğini korumak, yıkılışını önlemek ülküsünden hareket eden siyasi akımlara (İslamcılık, Osmanlıcılık, Batıcılık) 1911'den sonra ortaya çıkan Türkçülük akımı da katılır. İmparatorluk içindeki ulusların bağımsızlık mücadeleleri ve imparatorluğun çöküşünü hazırlayan etkenler karşısında devletin birliğini ayakta tutabilecek ülkü olarak benimsenen Türkçülük akımının siyasi alanda "halka doğru" yönelişi; edebiyat alanında da "ulusal kaynaklara dönme" düşüncesini oluşturur. Halka ulaşabilmenin tek yolu olarak da ulusal bir dil, tarih ve kültür birliğine sahip çıkılmasıyla olabileceği düşüncesini yaygınlaştırır. Özünde halka yönelikliği amaç edinen bu eğilim, ulusal bir edebiyatın oluşmasında da ulusal bir dilin benimsenmesini ilke edinir. Bu görüşlerden yola çıkan Ziya Gökalp ve arkadaşlarının, İkinci Meşrutiyet'in getirdiği özgürlük ortamında, "Genç Kalemler" dergisi çevresinde başlattıkları hareket; bu akımın ulusal bilinçlenme yolundaki yönlendirici çabası sayılır. Tanzimat'tan beri süregelen dilde sadeleşme eğilimi, bu düşünceden hareketle benimsenir, geliştirilip sistemleştirilir.
"Yeni Lisan" hareketi
Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp ve Ali Canip tarafından Selanik'te çıkarılan "Genç Kalemler" dergisinde yayımladığı "Yeni Lisan" adlı makalesinde; "milli bir edebiyat vücuda getirmek için evvela milli bir lisan ister", düşüncesini savunarak, bu akımın ideolojisini oluşturan öncüleri arasında yer alır. Dilin sade, yalın ve anlaşılır olmasından yanadır. Türkçenin kurallarına göre hareket edilmesini, dilin Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılmasını savunur. Halkın anlayacağı bir dille yazmayı, halka gitmenin ilk koşulu olarak benimser. Ürünleriyle, bu yönelimin Türk edebiyatının ilk örneklerini verir. Milli edebiyat akımının oluşmasında önemli katkılarda bulunur.
Birinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında, Ziya Gökalp ile İttihat ve terakki' Merkez Umumisi'nden belli bir kadronun belirlediği yeni kültür politikasına bağlanır. Bu dönemde (1914-1916) edebiyat dışı çalışmaları, polemik yazarlığı ve kadro adamlığı yanı ön plana çıkar. İttihat ve Terakki Fırkası'nın görüşlerini savunduğu görülür. Bu amaçla, 1914'te, "Panislamist ve Pantürkist" görüşleri savunan "Yarınki Turan Devleti" ve "Tarhan" takma adıyla "Ameli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset" adlı kıtapçıkları yayımlar.
Öykücülüğünün evreleri
Yazın yaşamının ilk evresi sayılan İzmir döneminde (1903-1908) Baha Tevfik, Hemmet Necip (Türkçü), Yakup kadri, Şehabettin Süleyman gibi yazarlarla ilişki kurması; ona, düşün dünyasını zenginleştiren bir ortam hazırladı. Fransız edebiyatını yakından izlemesi, özellikle de Guy de Maupassant ve Emile Zola'yı tanıması, M. Necip Türkçü'nün dil üstüne görüşlerinden etkilenmesi bu dönemine rastlar.
Yazın yaşamına girişi şiirle oldu. Bu evrede yazdığı şiirlerinde Servet-i Fünun şairlerinin etkileri görülür. Aruz ölçüsüyle yazdığı şiirlerinde ağdalı bir dil hakimdir. "Yeni Lisan" akımı sonrası hece ölçüsüyle yazar.Dilini daha yalın ve anlaşılır kılar. Şiiri, düşüncelerini ve ülküsünü anlatabilmede bir araç olarak görür.
Öykücülüğünün birinci evresini oluşturan 1909-1913 yılları, Makedonya'da bulunduğu süreyi kapsar. Balkan uluslarının ulusal kurtuluş mücadeleleri onun "ulusal" bilince ulaşma düşüncesini etkilerken, bu dönem öykülerinin de başlıca temasını oluşturur. Buradan hareketle, yaşadığı devrin siyasal hareketlerini eleştiren, Türkçülük anlayışını destekleyen öyküler yazdı. Bu öyküleriyle bir yandan da sade dil anlayışının savunuculuğunu yaptı. Öykücülüğünün ikinci evresinde (1917-1920) toplumsal eleştiri ve taşlama yanı ağır basan öyküler yazdı. İmparatorluğun savaştan yenik çıkmasıyla iyice belirginleşin yıkılış günlerinin sorunlarına yönelir. Son dönem öykülerinde mizah yanı ağır basar. Yaşanılan koşullar, onun bu tür öyküye yönelişini hazırlar.
Romanları
Yaşadığı yıllarda yayınlanan üç romanı ( Ashab-ı Kehfimiz, Efruz Bey, Yalnız Efe, 1919) onun bu alanda yarım kalmış denemeleri olarak sayılır.
"Fantezi roman" olarak nitelendirilen Efruz Bey; 1908'den Mütareke yıllarına kadarki süreci, aydın kişilerin eleştirisi ekseninde yansıtır. Dönemin aydın hastalıklarını, siyasi akımların yanlış yönsemelerini toplumsal eleştiri bağlamında, yeni bir roman tekniğiyle verir.
Yarın kalan romanı Yalnız Efe, destansı bir nitelik taşır. Konusunu bir halk menkıbesinden almıştır. Dönemin toplumsal ortamında, yapılan haksızlıklara başkaldırarak silahlanıp dağa çıkan -kız kahraman- Yalnız Efe'nin kişiliğinde Türk halkanın direnme gücünü göstermeye çalışmıştır.
Yapıtları
Öykü: Harem, (u.ö.), 1918; Yüksek Ökçeler, (ö.s.), 1923; Gizli Mabet, (ö.s.), 1923; bahar ve Kelebekler, (ö.s.), 1927.
Bütün Eserleri, temalarına göre bir araya getirilen basım: Efruz Bey, 1970; kahramanlar, 1970; bomba, 1970; Harem, 1970; Yüksek Ökçeler, 1970; Yüzakı, 1970; Yalnız Efe, 1970; Falaka, 1970; Aşk Dalgası, 1970; Beyaz Lale, 1970; Gizli Mabet, 1970.
Roman: Ashab-ı Kehfimiz, 1928; Efruz Bey, 1919.
Yapıtları Bütün Eserleri başlığında Bilgi Yayınevi tarafından yeniden yayınlandı: 1.Efruz Bey, 1999. 10 Basım, 224 s.; 2. Eski Kahramanlar, 1998, 9. Basım, 144 s.; 3. Bomba, 1998, 11. Basım, 152 s.; 4. Harem, 1998, 4. Basım, 184 s.; 5. Yüksek Ökçeler, 1998, 5. Basım, 176 s.; 6. Yüzakı, 1997, 152 s.; 7. Yalnız Efe, 1999, 176 s.; 8. Falaka, 1999, 144 s.; 9. Aşk Dalgası, 1999, 176 s.; 10. Beyaz Lale, 1998, 6. Basım, 192 s.; 11. Gizli Mabet, 1996, 144 s.; 12. Doğduğum Yer, (şiir), 1989, 2. Basım, 176 s.; 13. Dil Konusunda Yazılar,(deneme), 1999, 2. Basım, 200 s.; 14. Sanat ve Edebiyat Yazıları, (deneme), 1998, 2. Basım, 240 s.; 15. Olup Bitenler, Toplumsal yazılar, (deneme), 1999, 2. Basım, 240 s.; Türklük Üzerine Yazılar, (deneme), 1993, 176 s.
Ayrıca Dergah Yayınları Bütün Eserleri adıyla başlattığı diziyi Hülya Argunşah yayına hazırladı. Dizide yayınlanan kitapla ise şunlar: Hikayeler: I, 1999; Hikayeler:II, 1999; Hikayeler:III, 1999; Hikayeler: IV, 1999.
Bir Öykü - BAHAR VE KELEBEKLER (*)
Küçük salonun fes renginde kalın, ağır perdeli penceresinden dışarı muhteşem, parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema... Çiçekli ağaçlar... Uyur gibi sessiz duran deniz... Karşı sahilde mor, fark olunmaz sisler altında dağlar, korular, beyaz yalılar... Bütün bunların üzerinde bir esatir rüyasının havai hakikati gibi uçan martı sürüleri! Pencerenin önündeki şişman koltuğa gayet zayıf, gayet sarı, gayet ihtiyar bir kadın oturmuştu. Bahara, hayata dargın gibi arkasını dışarıya çevirmişti. Sönmüş gözleri köşelerdeki gölgelere karışıyordu. Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer, güzel bir kız, siyah maroken kaplı bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kır kokuları; deniz, dalga fısıltıları getiren tatlı bir nisan rüzgarı giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardı. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yaşında idi. Köşelerin hafif karanlıklarından bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini arasıra, karşısında kitap okuyan genç kıza, bu torununun torununa atfediyordu... Birden, üç dişi kalan buruşuk ağzını açtı. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmış, katılaşmış elini başına ***ürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altında daha beyaz görünen saçlarına dokundu. Bir an düşündü. Yine esnedi. Galiba uyanacaktı. Arkasındaki açık pencereden giren muharrik rüzgar onu tehyic ediyor, kuşların güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandırıyordu. Yavaş yavaş kamburunu arkasına dayadı. Ellerini dizlerine koydu, başını kaldırdı. Biraz doğruldu. Torununun torununa,
"Yavrum, niçin susuyorsun?" dedi. "Biraz konuşalım."
Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından ayırmayarak,
"Okuyorum büyükanneciğim" dedi.
Ancak on sekiz yaşında vardı. Şezlongdaki mühmel uzanışı ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüpünün altında bedii bir vuzuh ile irtisam eden kalçaları daha dolgun, daha geniş, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe beyaz gölgeleri içinde pek şuh, pek uyanık duran bacakları daha tombul, daha nefis, ayakları daha küçük görünüyordu. Tuttuğu siyah maroken cildin üzerinde beyaz, parlak, zarif, ince elleri asi bir istical ile göğsünden fırlamak ister gibi kabaran memelerine dayanıyor, sanki onları zaptediyordu. Gür siyah saçları mağmum, hüzünlü çehresi etrafında mesut edici, düşündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:
"Okuduğun ne, kızım?"
"Bir roman."
"Neden bahsediyor?"
"Hiç."
Büyük nine tekrar daldı. Karşısındaki, senelerce evvel ihtiyarlayıp ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakıyordu. Bu vücut işte hayatının baharı idi. Arkasındaki, görmek istediği şu pencerenin dışarısındaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabancı duruyordu. Kendisini tehyic eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yaşında bir aşığın busesi kadar leziz, muharrik olan bu nisan rüzgarı, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarında biraz tebessüm, gözlerinde biraz şule uyandırmıyordu. Tekrar sordu:
"Söyle yavrum, o roman ne diyor?"
Genç kız büyük gözlerini kaldırdı. Kitabı dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile,
"Büyükanneciğim, Fransızca bir roman işte..." dedi.
Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:
"Adı ne?
"Desenchanté..."(**)
"Ne demek?"
"Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar demek."
"Onlar kimmiş?"
"Biz... Türk kadınları..."
Büyük nine düşündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa şimdi pek elemli bakıyordu: Bu kız tıpkı büyük matemleri geçirmiş, felaketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu. Onları bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir acı duydu. Bu genç, bu güzel kıza acıyordu. Titreyen kadit ellerini koltuğunun yanlarına dayadı. Hiddetlenmiş gibi biraz yükseldi.
"Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı?" dedi. "Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, sadetten mahrum değildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olan sizsiniz. Şimdiki kadınlar... Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!... gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz."
Genç kız gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakaşa ederdi.
"Hiç siz okumaz mıydınız, büyükanneciğim?" diye sordu.
"Okurduk. Kibar, büyük efendiler kızlarına Farisi öğretir, Cami dersleri gösterirlerdi. 'Tuhfe-i Vehbi'yi okuturlardı. Fuzuli'nin, Baki'nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevi'yi anlardık. Mükemmel seci'ler, kafiyeler yapar, kocalarımızla münakaşa eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih: 'Fazıla, edibe, şaire, akıle....' idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah... At elinden o kitabı!"
Esmer güzeli kız yeniden gülümsedi,
"Peki, büyükanneciğim" dedi, "bu kitabı atayım... Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde bu mevkufiyetin yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum."
"Hayır kızım, okuyor, fakat eğlenmiyorsun. Gözlerini görsen... Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder..."
"Peki söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?"
Büyük nine düşünmeye başladı; evet, ne yapsın? Şimdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayatı birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar alemi vardı ki, şimdi tamamıyla dağılmıştı. Bu alem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı feraceler... ah hele kırmızı feraceler... baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı birer gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf, hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi.
Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafeşantalar, kerhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eşlerinden ayıran, zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan felaket mahalleri yoktu. Kadınlar erkekleriyle üzülmeden yaşıyor, sonra o vakitki aşı boyalı büyük evlerin büyük sofalarında, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarında, cesim, nadir yalılarda toplanıyorlar, eğleniyorlar, mesut oluyorlardı. Ne oyunlar, ne adetler, ne zevkler vardı ki, bugün hepsi tamamıyla unutulmuştu. Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap değiştirmek, moda çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir tekebbürden, manasız ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasından başka bir şey yoktu... Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, feracelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hulyaya inkılap etti. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil!... Her şeyden nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta tedavisi imkan haricinde bir nesil, ah şimdiki mariz ve müteverrim muhit..
Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü ıstıraplarıyla seri ve ani mukayesesi, zihninde şedit bir yorgunluk husule getiriyor, onu hala yaşadığına müteessif ediyordu. Genç ve esmer kız yüz yaşına girmeye birkaç adımı kalmış olan bu annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgın dalgın bakarak onun zamanındaki kadınların saadetinin ne olabileceğini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamıyordu:
"Sustunuz, büyükanneciğim..." dedi.
İhtiyar kadın, buruşuk gözlerini açtı:
"Ah!... Eski günleri, eski saadetleri düşünüyorum."
"Eski zamanda, sizin zamanınızda bugünden fazla ne vardı, nineciğim?"
"Çok... birçok şeyler..."
Büyükanne tamamıyla doğruldu. Söyleyeceklerini zihninde toplar gibi bir an düşündü. Sonra yine başladı. Genç kız onun dişli ağzının içindeki derin sivri karanlığa bakıyor, oradan çıkan kelimeleri sanki ziyade temaşa ediyordu.
"Evet yavrum, birçok şeyler vardı. Her şey bizim için zevk, eğlence idi. Her şey: Çocukluk, mektebe başlayış, feraceye giriş, kocaya varış, doğuruş, hatta ihtiyarlayış bile... Bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu. Bütün hayatımız eğlence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdı ki bir mektebe başlama, bir sünnet, bir düğün, bir loğusa cemiyeti görmeyelim. Bu esvaplarımız, kınalarımız bile eğlenceye vesile olurdu. Manilerimiz, şarkılarımız vardı. Toplanır, aramızda müşavere eder, kış geceleri divanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eğlence idi. Her mevsimin kendine mahsus adeti, eğlencesi, ananesi vardı. Daha hiç açmamış, bir senelik gül ağaçlarının dibine akşamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah güneş doğarken mani söyleyerek tekrar çıkarırdık. Biribirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kış herkesin lafına, bir söylediğini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadınlar vardı."
Büyük nine ateh getirmiş ihtiyarların yalnız çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatıyordu. O esnada bir kuş kümesi pencerenin yakınındaki bir ağacın dallarına konmuştu. Şiddetle cıvıldaşıyorlar, keskin çığlıklarını ihtiyarın hafif ve titrek sadasına karıştırıyorlardı:
"Evet, yavrum biz sizin gibi 'Ne yapalım?' diye düşünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sıkıntısının ne olduğunu bilmezdik. Hasılı her şey gülmeye, eğlenmeye vesile idi. Mesela bahar... Ah, siz odalarda kapalı oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. Baharın kendine mahsus eğlenceleri, ananeleri vardı."
"Ne gibi büyük nineciğim?"
"Ne gibi olacak bahar da her mevsim gibi eğlence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatımızı baharda tefeül eder, güler, eğlenir, oynardık. Ah bu tefeül... pek şairane, pek latif, pek hassastı. Daima doğru çıkardı. Hepimiz itikat ederdik."
"Nasıl?"
"Bahar geldi, ağaçlar çiçek açmaya, yapraklar yeşillenmeye, çimenler baş göstermeye başladı mı, bizim gözümüz artık odalarda duramazdı. Bahçeye koşar, baharın ortasında gezinirdik. İlk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu arar, onu beklerdik. İlk kelebeğin beyaz, pembe olması için maniler söyler, dalların üzerine beyaz ve pembe kumaş parçaları atardık. Sarı veyahut siyah bir kelebek göreceğiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik."
"Niçin?"
"Çünkü kelebeklerin birer manaları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara itikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe... Pembe kelebek: Sıhhat ve afiyete... Sarı kelebek: Kedere, hastalığa... Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kail olurduk... Bahar çiçekleri altında beyaz kelebeğin şerefine semailer okurduk..."
Büyük nine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumi manalarını anlatıyor, beyaz kelebek kümelerinin zenginliğine, pembe kelebek kümelerinin bolluğa, sarı kelebek kümelerinin kıtlığa; kırmızı kelebeklerden müteşekkil, pek nadir görülen meşum kümelerin mutlaka bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete işaret olduğunu söylüyor, uzatıyor, büyük vakalardan evvel hep bu kümeleri o vakitki kadınların müşahede ederek erkeklerine haber verdiklerini hikâye ediyordu. Genç esmer kız artık dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyükannesinin arkasındaki pencereden görülen nisan semasının mavi beyaz aydınlığına dikmiş, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lazım geliyordu. Kendileri yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidai kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor, eski kadınlığın zevke, saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususi bir mabet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazarıyla bakıyorlar, siyah çarşaflı kalın peçeleri ezici, soldurucu, vahşi, merhametsiz esaret örtüleri telakki ediyorlardı. Fakat haksız mıydılar? Mademki "terakki"den içtinap kabil değildi; terakki ise mutlaka değiştirmek, mutlaka eskiye benzememek idi, o halde asırlarca evvelki Türk kadınlığı da iptidai, mebnai halinde kalamazdı. Kuklalıktan, bebeklikten, masumiyetten, hasılı dişilikten çıkacak, hakiki kadın haline gelecek, erkeklere tefevvuk etmese bile müsavi bulunacak, bütün manasıyla insan, insan olacaktı... Büyük ninesinin "tarih-i mukaddes" hikâyeleri gibi garip vehimler içinde uzayan sözlerini artık işitmiyordu. Hayalinden bir sene evvelki gürültüleri, sevinçleri, nutukları, tiyatroları, konferanslarıyla Meşrutiyetin ilanı geçiyor, hala tükenmez el şakırtıları, alkış kabusları işitiyor gibi oluyordu. O günler kendileri için ne mesuttu. Bir an, bu siyah, sıkı esaretten azat edileceklerini, insanlık hakkına nail olacaklarını ümit etmişlerdi. Ah bu ümit, nasıl çabucak sönmüş, söndürülmüş; bu hayal, ne feci bir surette kırılmıştı... Düşünüyor, ağlamak istiyor, titriyordu. Lakin... Lakin istikbalden bir şey ümit edemezler miydi? Türk kadınlığı bir gün yüksek idrakıyla, altı asırlık tesadüfi, tabii bir ıstıfa sayesinde harika haline gelen hüsniyle, zekasıyla, bir Avrupalı kadın gibi insanlık sahnesine çıkarak ihtiramlar, perestişler önünde yükselemeyecek miydi?... Bugünkü tevekkül daha ne kadar devam edebilirdi? Büyük nine nihayetsiz hikâyesine devam ediyor; genç, esmer kız tahayyül ediyor, zihninde müphem hayallere karışan abus suallere cevap veremiyordu. Birden gülümsedi. Kelebeklere tefeül etmek... Bu pek hoş olacaktı. Eski Türk kadınlığının itikatları yeni Türk kadınlığının talihine nasıl bir hüküm verecekti? Merak ediyordu. Uzandığı şezlongdan doğruldu. Ayağa kalktı. Büyük nine susmuştu. Torununun bu ani kalkışına taaccüple bakıyordu.
Sordu:
"Ne var kızım, neye kalktın?"
Güzel, esmer kız gülerek,
"Ben bu bahar hiç kelebek görmedim. Kendim için değil, benim gibi olanlar için Türk kızları için, bütün Türk kızlarının talii için bakacağım" dedi, pencereye yaklaştı.
Büyük nine titreyerek koltuğundan kalktı.
"Gözlerim o kadar görmez ama" diyordu, "ben de bakayım sizin için..."
İkisi de pencerenin kenarında idiler. Sağda genç kız muhteşem, levent endamıyla yükseliyor, solda minimini, kambur büyük nine duruyordu. Dışarıya bakıyorlardı. Bütün tabiat gözleri kamaştıran tatlı, sıcak bir aydınlıkta parlıyordu. Denize güneş aksetmiş, onu başka elemlere akıp giden ebedi, nihayetsiz bir gümüş nehrine benzetmişti. Ağaçların ufak, koyu yeşil yaprakları hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düşüyordu. Karşı sahil tirşe dağları, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap memleketini bir peri payitahtını andırıyordu. Susuyor, bakıyorlardı. Henüz bir kelebek görmemişlerdi. Çiçek tarhları üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor, birden kayboluyorlardı. Tek bir martı yakın bir tehlikeden, meçhul bir şeametten kaçar gibi hızla geçiyor, haykırıyordu. Nerede oldukları görülmeyen kuşlar mütemadiyen ötüyorlar, cıvıltıları canlı ve tannan bir ziya yağmuru gibi semadan yağıyor zannolunuyordu. Genç kız birden, elini kalbine ***ürdü, yavaş bir sesle,
"Ah işte..." dedi.
Pencerenin yakınında, ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuşuyordu. Gösterdi. Büyük nine korkunç ve iskelet parmağıyla,
"Fakat ben senden evvel şu beyazı gördüm" diye mermer havuzun üstünde dolaşan bir kelebeği gösterdi.
Genç kız son bir cebirle ona da baktı:
"Ah büyük nineciğim, iyi göremiyorsunuz" dedi, "o beyaz değil, sarı bir kelebek.."
...Anasının ruhuna meçhul bir elem hücum etti, gözleri karardı. Bu parlak taze tabiat şimdi ona meyus görünüyor, mermer havuz genç, esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhları müteverrim kızların metruk çiçekli kabirlerine benziyordu. Geri çekildi. Yine şezlonga döndü. Büyük nine de kendisine ölümü ihtar eden bu sarı, siyah kelebekli bahardan ürkmüş, yine arkasını dönmüştü. Koltuğunda yusyuvarlak oturuyor, kamburunu iyice çıkarıyordu. Genç kız elinden bırakmadığı siyah maroken kaplı kitabını açtı, bu kitap şimdi siyah, büyük, ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamıyla örtüyordu. Okumuyor, irsi, intisali bir vehim ile kelebeklerin yalan söylemediğine; zavallı yeni neslin, şimdiki Türk kadınlığının talii ancak felaket, keder, ölüm olduğuna, ebediyen siyah kefeni yırtamayacağına, tesettürden kurtulamayacağına, evlerin boş, tenha duvarları arasında, meçhul çiçekler gibi açmadan, doğmadan öleceğine kanat getirir gibi oluyordu... Mazi, batıl itikatlar o kadar kuvvetli, müthiş idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çalıyor, tahavvül kanununun o muhayyel mazari kuvvetini esasından kırıyordu. Düşünüyordu; fakat bu batıl itikatlar, bu haşin, anut, katil mazinin ani tahakkümü yalnız Türklere, yalnız Türkiye'ye mahsus değildi. Birkaç hafta evvel Paris'te tahsilde bulunan kardeşi, oturduğu evin tabldotunda perhiz münasebetiyle et, yağ bulunmadığını, Paris'te aileler arasındaki Katolik deliliğin, dini taassubun bir mislini Sudan'da, çöllerde, kumlu, hudutsuz yamyamlar memleketinde bile bulmak mümkün olmayacağını yazıyordu... Birden kendisi gibi başka ufuklar, başka saadetler, başka hayatlar tahayyül eden mahrum kadınların romancısı, büyük bir garp muharririnin şakirdine her şeyin bir hududu olduğundan bahsettikten sonra: "...Lakin insanların behimiyetine nihayet yoktur!" dediğini hatırladı.
Pencereden, sevdiğine kavuşmadan ölen genç ve müteverrim bir aşıkın son veda busesi kadar ince, nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerin bırakılmış taze çelenk kokuları getiriyor, odanın gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalanıyordu...
Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Bu meşum tefeülün ihtiyar dimağında husule getirdiği yorgunluk on bir uyku ilacı gibi tesir etmişti. Genç kız... Genç, esmer kız gözlerini kitaba dikmiş, okumuyor, kitabı tutan zambak ellerini asi, anarşist göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına yükselen kalbi ihtilali, bu şedit, sebepsiz hırçınlığı tutmaya çalışıyordu. Odanın uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk kadınlığının meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki neslin son numunesini, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatırası... diğeri, bugünün bir asırlık mecburi tagayyürün narin, tatmin olunmaz bir çiçeği idi. Netice itibariyle ikisinin de talihi bu kapalı tenha oda, bu muhteşem, süslü mezar idi. Pencerenin yakınlarına gelen kuş kümesi, bazen şedit bir cıvıltı, aydınlık bir gürültü koparıyor, sonra susuyordu. Büyük nine uyudu. Artık hafif, kuvvetsiz bir ihtizar hırıltısı ile horluyordu. Torununun torunu, genç kız, güzel kız, esmer kız hala hıçkırığını zaptediyor, donmuş gibi, şezlonguna uzanmış duruyordu. Geniş pencereden intizamsız fasılalarla giren kokulu, çiçekli bahar rüzgarının cereyanı ansızın deminden gördükleri siyah kelebeği getirdi! Bu siyah kelebek parlak, muhteşem tabiatın, çiçekli, müşfik baharın cennetinde, cehennemin zulmet, cehalet müvekkilinin siyah ruhunu andırıyordu. Şimdi bu siyah ruh çimen, çiçek kokularıyla gelmiş, şu geniş pencerenin önünde çırpınıyordu. İçerdeki, müstebit muhitin, hain mazinin, zalim itikatların doğmadan katlettiği bu canlı ölüleri, onların müebbet sükununu seyrederek mahzuz, mütelezziz oluyor, nerede oldukları belli olmayan kuşlar, insafsız ve yakıcı bir hücuma uğramışlar gibi ansızın bütün kuvvetleriyle cıvıldamaya başlıyor, bütün tabiatı istila eden şedit, feci cıvıltılarla acı acı feryat ediyorlardı.
(Genç Kalemler dergisi, c:II, 1326/1911, sayı: 26)
KemaL Sunal
Gerçek Adı: Ali Kemal Sunal
Doğum Yeri: Küçükpazar, İstanbul
Doğum Tarihi: 11.11.1944
Boy : 1.88 m
Takma Adı : Şaban, İnek Şaban, Davaro
Onu Ünlü Yapan Ne? Hababam Sınıfı (1975) filmindeki İnek Şaban karakteri ile ünlendi.
Birliktelikleri:
Eşi: Gül Sunal (1965 - 2000)
Ailesi:
Oğlu: Ali Sunal, Oyunu, Tiyatrocu
Kızı: Ezo, Sunal
Ödüllerinden Bazıları:
1977: 14. Antalya Film Şenliği, En iyi erkek oyuncu, Kapıcılar Kralı
1998: 35. Antalya Film Şenliği, Yaşam Boyu Onur Ödülü, Kapıcılar Kralı
1989: 2. Ankara Film Şenliği, En iyi erkek oyuncu, Düttürü Dünya
Eğitim:
- Vefa Lisesi, İstanbul
- Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümünü, 12 Eylül öncesi bırakmıştı, 1995'te mezun oldu. Yine aynı bölümde Yüksek Lisans yaptı.
Meraklısına...
Sanat hayatına, "Zoraki Takip" adlı tiyatro oyunuyla başladı.
1 yıl kadar Kenterler Tiyatrosu'nda çalıştıktan sonra Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nda görev aldı.
1973 yılında Ertem Eğilmez'in yönettiği bir filmle sinemaya transfer oldu ve kalabalık kadrolu filmlerde rol almaya başladı.90'lı yıllardan itibaren filmleri kesintisiz olarak televizyonlarda yayınlanmaya başladı; ama kendisi bu gösterimlerden hiç para kazanmadı.Uçaktan hiç hoşlanmayan ve uzun yıllardır hiç uçağa binmeyen Sunal, Balalayka filminin çekimi için sanatçı arkadaşlarıyla birlikte Trabzon'a gitmek üzere bindiği uçak henüz yerdeyken geçirdiği kalp krizi sonucu ölmüştü (3 Temmuz 2000)
Ölümüyle tüm Türkiye'yi yasa boğan Sunal'ın geçirdiği kalp krizi sonrasında uçakta doktor bulunmayışı ve havalimanındaki doktorların geç müdahale ettiği ve ihmalin bulunduğu iddiaları uzun süre tartışılmıştı.
Sunal uçağa binmeden önce bilet kontrollerini yaptırırken hostese: ‘‘Canım, hiç gitmek istemiyor. Ama film çekimi var, gitmek zorundayım’’ demişti.
Sunal gibi Vefa Lisesi'nden mezun olduğunu belirten Uğur Dündar ise, Kemal Sunal'ın, arkadaşlarından ayrılmamak için bir çırpıda bitirebileceği ortaokul ve liseyi, toplam 11 yılda bitirerek, ‘‘literatüre geçecek bir arkadaşlık tutkusu’’ gösterdiğini söylemişti.
Tüm Filmleri:
Doğum Yeri: Küçükpazar, İstanbul
Doğum Tarihi: 11.11.1944
Boy : 1.88 m
Takma Adı : Şaban, İnek Şaban, Davaro
Onu Ünlü Yapan Ne? Hababam Sınıfı (1975) filmindeki İnek Şaban karakteri ile ünlendi.
Birliktelikleri:
Eşi: Gül Sunal (1965 - 2000)
Ailesi:
Oğlu: Ali Sunal, Oyunu, Tiyatrocu
Kızı: Ezo, Sunal
Ödüllerinden Bazıları:
1977: 14. Antalya Film Şenliği, En iyi erkek oyuncu, Kapıcılar Kralı
1998: 35. Antalya Film Şenliği, Yaşam Boyu Onur Ödülü, Kapıcılar Kralı
1989: 2. Ankara Film Şenliği, En iyi erkek oyuncu, Düttürü Dünya
Eğitim:
- Vefa Lisesi, İstanbul
- Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Radyo Televizyon ve Sinema Bölümünü, 12 Eylül öncesi bırakmıştı, 1995'te mezun oldu. Yine aynı bölümde Yüksek Lisans yaptı.
Meraklısına...
Sanat hayatına, "Zoraki Takip" adlı tiyatro oyunuyla başladı.
1 yıl kadar Kenterler Tiyatrosu'nda çalıştıktan sonra Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nda görev aldı.
1973 yılında Ertem Eğilmez'in yönettiği bir filmle sinemaya transfer oldu ve kalabalık kadrolu filmlerde rol almaya başladı.90'lı yıllardan itibaren filmleri kesintisiz olarak televizyonlarda yayınlanmaya başladı; ama kendisi bu gösterimlerden hiç para kazanmadı.Uçaktan hiç hoşlanmayan ve uzun yıllardır hiç uçağa binmeyen Sunal, Balalayka filminin çekimi için sanatçı arkadaşlarıyla birlikte Trabzon'a gitmek üzere bindiği uçak henüz yerdeyken geçirdiği kalp krizi sonucu ölmüştü (3 Temmuz 2000)
Ölümüyle tüm Türkiye'yi yasa boğan Sunal'ın geçirdiği kalp krizi sonrasında uçakta doktor bulunmayışı ve havalimanındaki doktorların geç müdahale ettiği ve ihmalin bulunduğu iddiaları uzun süre tartışılmıştı.
Sunal uçağa binmeden önce bilet kontrollerini yaptırırken hostese: ‘‘Canım, hiç gitmek istemiyor. Ama film çekimi var, gitmek zorundayım’’ demişti.
Sunal gibi Vefa Lisesi'nden mezun olduğunu belirten Uğur Dündar ise, Kemal Sunal'ın, arkadaşlarından ayrılmamak için bir çırpıda bitirebileceği ortaokul ve liseyi, toplam 11 yılda bitirerek, ‘‘literatüre geçecek bir arkadaşlık tutkusu’’ gösterdiğini söylemişti.
Tüm Filmleri:
-
Propaganda (1999)
-
Varyemez (1991)
-
Koltuk Belası (1990)
-
Boynu Bükük Küheylan (1990)
-
Abuk Sabuk Bir Film (1990)
-
Zehir Hafiye (1989)
-
Talih Kuşu (1989)
-
Gülen Adam (1989)
-
Uyanık Gazeteci (1988)
-
Polizei (1988)
-
Öğretmen (1988)
-
Düttürü Dünya (1988)
-
Bıçkın (1988)
-
Yakışıklı (1987)
-
Kiracı (1987)
-
Yoksul (1986)
-
Tarzan Rıfkı (1986)
-
Japon İşi (1987)
-
Garip (1986)
-
Deli Deli Küpeli (1986)
-
Davacı (1986)
-
Şendul Şaban (1985)
-
Şaban Papuçu Yarım (1985)
-
Sosyete Şaban (1985)
-
Gurbetçi Şaban (1985)
-
Katma Değer Şaban (1985)
-
Keriz (1985)
-
Atla Gel Şaban (1984)
-
Ortadirek Şaban (1984)
-
Postacı (1984)
-
Şabaniye (1984)
-
Tokatçı (1983)
-
Kılıbık (1983)
-
En Büyük Şaban (1983)
-
Çarıklı Milyoner (1983)
-
Yedi Bela Hüsnü (1982)
-
Doktor Civanım (1982)
-
Üç Kağıtçı (1981)
-
Kanlı Nigar (1981)
-
Davaro (1981)
-
Zübük (1980)
-
Gol Kralı (1980)
-
Gerzek Şaban (1980)
-
Devlet Kuşu (1980)
-
Korkusuz Korkak (1979)
-
Umudumuz Şaban (1979)
-
Şark Bülbülü (1979)
-
Dokunmayın Şabanıma (1979)
-
Bekçiler Kralı (1979)
-
Yüz Numaralı Adam (1978)
-
Kibar Feyzo (1978)
-
İyi Aile Çocuğu (1978)
-
İnek Şaban (1978)
-
Avanak Apti (1978)
-
Şabanoğlu Şaban (1977)
-
Sakar Şakir (1977)
-
Hababam Sınıfı Tatilde (1977)
-
Çöpçüler Kralı (1977)
-
Güllüşah İle İbo (1977)
-
Tosun Paşa (1976)
-
Süt Kardeşler (1976)
-
Meraklı Köfteci (1976)
-
Kapıcılar Kralı (1976)
-
Hababam Sınıfı Uyanıyor (1976)
-
Şaşkın Damat (1975)
-
Hanzo (1975)
-
Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı (1975)
-
Hababam Sınıfı (1975)
-
Köyden İndim Şehire (1974)
-
Salako (1974)
-
Salak Milyoner (1974)
-
Mavi Boncuk (1974)
-
Hasret (1974)
-
Canım Kardeşim (1973)
-
Oh Olsun (1973)
-
Güllü Geliyor Güllü (1973)
-
Yalancı Yarim (1973)
-
Tatlı Dillim (1972)
Hz. Muhammed (s.a.v)
Muhammed (ayrıca: Mohammed, Mahomet, Muhamit) (570-632) Müslümanlar tarafından en son peygamber olduğuna ve kendisine Allah tarafından Kuran'ın vahyedildiğine inanılır. Babasına yapılan gönderme ile, dönemin Araplarındaki isimlendirme şekliyle ismi, Muhammed bin Abdullahdır. Müslümanlar sık sık adını andıktan sonra Arapça Sallalahu aleyhi ve sellem ifadesini söylerler, yazında ise bu ifadeye atfen s.a.s kısaltmasını kullanırlar. Bu ifadenin anlamı "Allah'ın selamı onun üzerine olsun"dur.
Bugün Suudi Arabistan sınırları içinde bulunan Mekke'de doğdu, Medine'de öldü. Muhammed Arapçada "övülmüş" anlamına gelir. Ayrıca "Ahmed" ismiyle de anılır (33:40), bu da Arapça'da "övgüye daha layık" anlamındadır.
Türkiye'de genellikle saygı ifade eden Hazreti (Hz.) ünvanıyla anılır.
Hayatı
19 Ocak 570'te, Ağustos 569'da, 20 Nisan 571'de ya da 27 Nisan ya da 26 Nisan 571'de Mekke'de doğdu ve 8 Haziran 632'de Medine Yesrip'de vefat etti. Hem Mekke, hem de Medine bugün Suudi Arabistan sınırları içinde bulunan Hicaz Asir Bölgesi şehirleridir. Künyesi Ebu'l-Kasım'dır. Arap geleneklerine göre adı "Ebu l Kasım Ahmed Mahmud Mustafa Muhammed el Emin ibni AbdilLat il Mekkiyyi l Haşimiyi l Kureyşiyy il Adnaniyy il Arabi" dir. Muhammed'in 610-632 yıllarında aldığı vahiyler Kur'an'ı oluşturur.
Çocukluğu
Mekke’de İsmail SS soyundan Adnaniler kavminden Kureyş kabilesinden Haşimoğulları ailesinden gelir. 570 yılında Mekke’de doğdu. Babası Abd-Allah ibn Abd-el-Muttalib bin Haşim bin Abdül Menat(عبدالله بن عبد المطلب ابن هاشم بن عبد مناف بن قصي بن كلاب بن مرة بن كعب بن لؤي بن غالب ابن فهر بن مالك بن النضر بن كنانة بن خزيمة بن مدركة بن الياس بن مضر بن نزار بن معد بن عدنا :Tüm soy ağacı arapça), annesi Medine Yesrip'ten Hazreç kabilesinden Nennaceler'den Veheb bin Abdumenaf'ın kızı Amine'dir. Muhammed daha doğmadan babası öldü. Yetiştirilmesini dedesi Abdülmuttalib üzerine aldı ve torununa o zamana kadar kimseye verilmemiş olan "Muhammed" adını verdi. Muhammed o sıralarda Mekke'de bulunan Beni Sa’d kabilesinden Halime adlı bir kadına emanet edildi. Muhammed’i ondan önce Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe emzirdi. Muhammed üç yaşına kadar annesi Amine’nin de gözetimiyle süt annesi Halime-i Sadiyye’nin yanında kaldı, daha sonra Mekke şehrine giderek kendi annesinin yanına döndü.
Muhammed altı yaşında iken annesi Amine ve bakıcısı Ümm-ü Eymen’le birlikte akrabalarını görmek için Medine’ye gittiler. Bir ay Medine’de kaldıktan sonra Mekke’ye dönüşte Ebva’ya (Cuhfe’den 37 km. uzak) ulaştıklarında annesi vefat edip orada defnedildi. Cariyeleri Ümmü Eymen onu Mekke’ye getirip dedesi Abdulmuttalib’e teslim etti.
Dedesi, yetiştirmesi için onu, oğlu Ebu Talip’e bıraktı. Ebu Talip ona çok iyi baktı. Yengesi de kendisine çok iyi davrandı; çocukları aç olsalar bile önce onu doyurdu. Muhammed “O, benim annem gibiydi” der.
"Muhammed bin Abdullah"
ile ilgili Vikisözler mevcuttur.
Gençliği
Muhammed 9 yaşındayken amcası, ticaret yapmak için gittiği Suriye’ye onu da ***ürdü. Busra kasabasında bir rahibin (Bahira) onun peygamber olacağını haber verdiği söylenir. Genç Muhammed 17 yaşındayken de amcası Zübeyr ile Yemen’e gitti. Bu geziler, bilgi ve görgüsünü artırmasının yanı sıra ruhsal yapısının gelişmesinde de etkin rol oynadı. Bu arada da amcaları ile birlikte Kureyş ve Kays kabileleri arasındaki Ficar Savaşı’na katıldı. Ticaretle olan ilgisi Hatice ile tanışmasına neden oldu ve onun sermayesi ile ticarete başladı. Suriye’ye yaptığı ilk seferde çok kazanç elde etti.
Evliliği
Muhammed dürüstlüğü ile Hatice üzerinde iyi bir izlenim bıraktı ve Hatice'nin evlenme teklifini kabul ederek onunla evlendi. Evlendiklerinde Muhammed 25, Hatice ise 40 yaşındaydı. Muhammed çevresinden gelen paganist görüş ve uygulamalarla ilgilenmedi. Kendisi, aynı dönemde herhangi bir puta tapmamakla birlikte, başkalarının tapınmalarına da açıkça karşı çıkmadı. Onun bu dönemdeki tutumu İslam inancının kutsal kitabı Kuran’da “...oysa, vahiyden önce, kitap nedir, iman nedir sen bilmezdin” (42/Şura Suresi, 52) ve “Allah seni yorulmuş halde buldu ve doğru yola yönlendirdi.” (43, 7) ifadeleriyle gösterilir. Bununla birlikte, gerek kendi ülkesinde, gerekse gezip gördüğü ülkelerdeki toplumlarda dinsel inanç ve ahlak bakımından gözüne çarpan çöküntü, sapkınlık ve bozulmalar, Muhammed üzerinde derin izler bıraktı ve onu bu konularda düşünmeye sürükledi.
Hatice, Muhammed'i amcazadesi Varaka Bin Nevfel ile tanıştırdı. Varaka Hıristiyandı ve bilimle ilgiliydi. Tevrat ile İncil'ide iyiden iyiye incelemiş ve arapçaya tercüme etmişti.Çok bilgili ve Filozof bir adamdı. Dinler tarihini çok iyi biliyordu. O araştırmaları sonucunda puta tapıcılığı bırakıp hıristiyanlığı kabul etmişti.
Varaka Bin Nevfel Muhammed'i sevdi. Onda peygamberlik alametlerini de sezmişti. Bilgili olduğu için Muhammed'de ona saygı gösteriyordu. Varaka'yı her zaman ziyaret ediyordu. O da Ona Tevrat'ı baştan başa okudu. Adem'den İsmail'e kadar bütün Peygamberlerin menkıbelerini anlattı. Musa'nın dinini nasıl kurduğunu, İsa'nın Hıristiyanlığını da izah etti. Vahdaniyet-i ilahiye'yi derinden derine anlattı, fikir ve halvet yollarını gösterdi.
Vahiy Dönemi
Muhammed'in 610 yılından başlayarak, öldüğü yıl olan 632'ye kadar aldığına inanılan vahiyler Kur'an'ı oluşturur.
İlk yıllar
İslam inancına göre Peygamber olmadan önce bu sorunlara çare bulmak amacıyla toplumdan uzaklaşıp Mekke’nin yaklaşık 6 km kuzeyinde bulunan Hira dağındaki bir mağaraya çekilmeyi ve Ramazan ayını burada geçirmeyi adet edindi. Bu mağaraya gitmeye 1-2 yıl devam etti.
40 yaşındayken 610'da, 26 Ramazan'ı 27’sine bağlayan gece (Kadir gecesi), Muhammed'e geldiğine inanılan ilk vahiy şu şekilde anlatılır:
Kendi toplumunun paganlığı ile hristiyanlık ve musevilik gibi, kitaplı dinlerin de sapkınlıklara uğradığına karar verip bunlara ne gibi bir çare bulunabileceğini düşünürken, Cebrail adlı melek geldi ve Muhammed’e "Oku!" dedi. O da, “okumasını bilmem, ne okuyayım?” dedi. Bunun üzerine Cebrail, Muhammed’i sıkarak, yine "Oku!" dedi. Muhammed tekrar okuması olmadığını söyleyince, Cebrail onu sararak aynı şekilde sıktı ve geri salarak "Oku!" dedi. Muhammed’den aynı cevabı alınca: "Ey Muhammed! İnsanı bir kan pıhtısından yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku! İnsana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir." dedi ve gitti. Muhammed, dehşet içinde uyandı.
Bu ilk ayetlerin tesirinde, dehşet ve hayrete düşmüş olan Muhammed, hemen evine dönmek üzere yerinden kalktı. Vücudunu korku ve heyecan kaplamıştı. Öyle bir havaya bürünmüştü ki, bir an için: "Acaba cinler mi çarptı, acaba şair mi oluyorum?" diye aklından geçirdi. O anda Cebrail: "Ey Muhammed, sen Allah’ın Resulüsün!" dedi. Muhammed mağaradan çıkmış, hafif adımlar atıyordu. Her adım atışında, binlerce ses: "Ey Muhammed selam olsun! Ya Resulullah, sana selam olsun!" diyordu. Her defasında geriye dönüyor, taş ve ağaçlardan başka bir şey göremiyordu. Dağın ortasında yine Cebrail göründü. Ufuk ile sema arasını kaplamıştı. Muhammed, olduğu yerde durdu; ne bir adım ileriye ne de geriye atabiliyordu. Cebrail’in heybetine dalmıştı. Cebrail konuştu: "Sana selam olsun ey Muhammed! Sen Allah’ın Resulüsün! O’nun peygamberisin!" Cebrail bu sözleri söyledikten sonra kayboldu. Muhammed, hala olduğu yerde duruyordu. Ona peygamberlik verilmişti. Allah onu kendi Peygamberi, Resulü yani insanlara elçi olarak seçmişti. Gelen bu ilk vahiy üzerine, peygamberliğini ilk olarak Hatice’ye bildirdi. Hatice de durumu amcazadesi Varaka Bin Nevfel ’e açtı. Varaka da ona; görünen meleğin Cebrail olduğu, kendisine vahi nazır olduğunu ve peygamberlik geldiğini tefsir etti. Sonra Hatice ile beraber geri gönderdi. Bir süre vahiy kesildi. Çok geçmeden, onu doğrudan doğruya göreve çağıran "...Kalk, insanlara tuttukları yolun kötü olduğunu bildir, Rabbini ulu tanı ve yüce tut. Elbiseni temizle, putları terk et!" ayeti (96/Alak Suresi, 1-5) indi.
Muhammed’in İslam'a çağrısına ilk uyan, eşi Hatice oldu. Onu amcası Talip’in oğlu Ali, azatlı kölelerden Zeyd bin Harise ve Ebu Bekir izledi. Bir süre yine vahiy kesildikten sonra on bir ayetten oluşan Duha Suresi (93) indi. Bu surede, Allah’ın Peygamber’i yalnız bırakmadığı, yetimken barındırdığı, bu nedenle yoksullara yardım edilmesi ve iyi davranılması gerektiği üzerinde duruldu. Bu dönemde islam dinini kabul edenlerin büyük bir çoğunluğu üst düzeyden, mal ve canlarını vermekten çekinmeyen kişiler oldukları halde, dinlerini gizlemek zorunda kaldılar. Belli bir süre sonra Muhammed`i önce akrabalarını, ardından Safa tepesine çıkarak tüm Mekke halkını açıktan açığa müslüman olmaya çağırdı. İlk müslümanlar çok ağır hakaret ve işkencelere katlanmak zorunda kaldılar.
Mekke'de kamplaşma
Muhammed’in halkı müslüman olmaya çağrısı, kendi mevkilerinin tehlikeye girebileceği kaygısıyla putperest inançdaki önemli kişileri tedirgin etti. Kabe’den putların kaldırılmasının, ticareti engelleyeceği ve birtakım alışkanlıklara son verileceği için büyük tepki ile karşılandı. Bir bölüm müslüman, kendilerine yapılan işkenceler artınca Habeşistan’a (Etiyopya) göç etmek zorunda kaldı. İki dalga halinde göç edenler, bir süre sonra Muhammed’in Mekkeli müşriklerle anlaştığı yolunda aldıkları bir haber üzerine geri döndülerse de Mekke’ye geldiklerinde bunun doğru olmadığını öğrenince yeniden gittiler. Bu arada iki güçlü ve önemli mevki sahibi kişi olan Ömer ve Hamza’nın müslümanlığı kabul etmeleri müslümanların moral ve cesaretlerini artırdı; Kabe’de açıkça namaz kıldılar. Muhammed’in, amcası Ebu Leheb dışındaki akrabalarından yardım görmesi ve Mekke önde gelenlerinden bazılarının müslüman olmaları, putperest inancına sahip kişilerin tepkilerini daha da artırdı. Muhammed, eşi Hatice ve amcası Ebu Talib’in ölmeleri üzerine Mekkeliler’in müslüman olmaları konusunda ümitsizliğe kapılarak Taif’e yerleşmek istedi. Ancak burada tepki daha da büyük oldu ve Muhammed geri dönmek zorunda kaldı. Tüm bu olaylara karşın, peygamberliğine olan inancı, düşüncelerini sürekli yaymasını sağladı. Bu inancından cesaret alarak din alanındaki çalışmalarını Mekke dışına taşımaya yöneldi.
Mirac
Muhammed Hac mevsiminde Mekke’ye gelen Medineliler ile anlaştı. Medineliler, dinsel bir vaizden çok, kabile savaşlarında kendilerine önderlik edecek birini arıyorlardı. Muhammed’de bu iki niteliğin de bulunduğu, Hicret’ten (622) sonra anlaşılacaktı.
Kur'an’dan ve hadislerden aktarılanlara göre, Muhammed Medine’ye gitmeden bir süre önce, Miraç olayı meydana geldi:
Bu gecede, Muhammed, Cebrail’in eşliğinde, önce Mescid-i Aksa’ya gitti. Orada, İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberlerden bazılarıyla karşılaşarak, onlarla görüştü. Sidretu’l-Münteha’da, kendisine gösterilmek istenen Allah’ın ayetlerini gördükten sonra, aynı gecede Mekke’ye döndü. Ayrıca bu gecede Allah ile insanların anlayamayacağı bir dil ile konuşmuştur. Bu semavi gece yolculuğunda, Muhammed’e Cennet ve Cehennem ve bu ikisine girenlerin hali gösterildi. Bu yolculuk esnasında, diğer bazı hükümler yanında beş vakit namaz da farz kılındı. Sünni inancında Muhammed bu yolculuğu hem ruh hem beden ile Şii inancında ise sadece ruh ile yapmıştır.
Muhammed Mekke’ye dönünce, bu yolculuğunu anlattı. Bunun üzerine Kureyş'liler, onla alay etmeye başladılar. Ebu Bekir'e giderek dediler ki: “Senin adamın dün gece Kudüs’e, oradan da semaya çıkıp tekrar Mekke’ye döndüğünü söylüyor, ne dersin?” Ebu Bekir de: “O dediyse doğrudur!” dedi. Fakat inanmayanlardan çoğu bu sözle ikna olmadı.
Akabe biatları
Muhammed, bir Hac mevsiminde Akabe’de Yesribliler (Medineliler) ile görüştü. Medinelilerden, önce altı, sonra on iki kişi müslüman oldu. Medineliler İslam’ı kabul edip memleketlerine döndüler ve İslam’ı anlatmaya başladılar. Ertesi yıl aynı yerde yetmiş üç erkek, iki kadın Medineli müslüman, Muhammed Medine’ye gelip bu kente yerleşirse kendisini koruyacaklarına söz verdiler. Bu anlaşma Mekke’de öğrenilince müslümanlara baskı ve zulüm daha da arttı ve müslümanlar büyüklü küçüklü topluluklar halinde Medine’ye göç etmeye başladılar. Medine’nin, Mekke ticaret yolu üzerinde bulunması ve burada müslümanların giderek çoğalması, Mekkeliler’in çıkarlarına aykırı düştü; bu nedenle müslümanların Medine’ye göç etmelerine engel olmaya çalıştılar.
Hicret
Müslümanlığa karşı olan Mekkeliler, her türlü baskıyla, Muhammed’i davasından vazgeçiremeyince ve Mekke dışında, yani Medine’de müslümanların giderek kuvvetlendiğini görünce; durumun kendileri için tehlike yaratacağı düşüncesiyle, o zaman Kabe’ye yakın bir yerde bulunan Daru’n-Nedve dedikleri meclislerinde toplanarak meseleyi görüşmeye başladılar.
Görüşler, İslam denen hareketin hızla büyüdüğü ve Muhammed’in bu çalışmalarını durdurmak gerektiği merkezinde birleşiyordu; putperestlik tehlikeye girmişti ve İslam, Mekke’nin düzenini bozabilecek güçteydi. Mekke’nin ileri gelenleri bu kararı alınca, nasıl hareket edecekleri ve hangi yöntemleri uygulayacakları konusunda görüşmeye başladılar. İlk önce şu görüş ortaya atıldı: “Muhammed’i prangaya vurup hapsedelim!” Bu kabul edilmeyince: “Onu memleketimizden sürgün edelim; ne hali varsa görsün!” denildi. Bu görüş de kabul edimeyince, İslam'ı sevmeyen ve onu çok tehlikeli bulan Ebu Cehil: “Benim görüşüme göre, onu öldürmekten başka çaremiz yoktur. Bunun için de, her kabileden birer genç seçelim. Her birine de birer keskin kılıç verelim. Bunların hepsi birden, kararlaştırdığımız yer ve zamanda Muhammed’i pusuya düşürerek öldürsünler; biz de ondan kurtulalım! Böyle olursa, onun kan davası bütün kabilelere düşeceğinden ve ailesi olan Benu Abdi Menaf, herkese savaş açamayacağından, diyete razı olurlar, biz de diyetlerini veririz!” dedi. Bu görüş kabul edildi.
O gece suikastçiler, Muhammed’in evini sararak, onu öldürmek için uyumasını beklediler. İslam inancına göre, Allah, onların oyununu Peygamber’e bildirdi ve Ali, Muhammed'in yerine geçti. Suikastçiler yorgani açıp yatakta Ali´yi görünce cok sasirdilar ve durumu üslerine anlatmak üzere gittiler. Muhammed, evden çıkarak Ebu Bekir’in evine gitmiş ve hicret için geldiğini söylemistir, Ebu Bekir sevinçten ağlamaya başladı. Ebu Bekir’in evinde bir süre oturduktan sonra beraberce, Mekke’nin güneybatısında bulunan Medine´ye hareket ettiler.
Mekkeliler, Muhammed hicret edecek olursa, bir kısımı İslam’ı kabul etmiş olan Medine’ye gideceğini biliyorlardı. Muhammed, bunu düşünerek, kuzeydeki Medine yoluna değil, Mekke’nin güneybatısına düşen Sevr dağına hareket etti.
Muhammed, Ebu Bekir ile Sevr mağarasında üç gün geçirdi. Mağaraya önce Ebu Bekir girmiş ve içinde akrep, yılan gibi zehirli hayvanların olup olmadığını yoklamıştı. Bu kontrolden sonra Peygamber içeri girdi.
Muhammed’in hicret ettiğini öğrenen Mekke Hükümeti, her tarafa asker seferber etmiş, onları bulup getirene yüz deve ödül vadetmişti. Hükümet askerleri ve Ebu Cehil her tarafta Peygamber ve sadık arkadaşı Ebu Bekir’i arıyordu. Nihayet askerler Ebu Bekir’in evine gelince Ebu Bekir’in kızı Esma, onlara Ebu Bekir ve Muhammed’in nerede oldukları konusunda bir şey söylemedi. Bunun üzerine Ebu Cehil, Esma’ya şiddetli bir tokat attı.
Bu sırada Mekkeliler, her tarafta Muhammed’i arıyordu. Hatta becerikli bir iz sürücüsü, Mekke askerlerini Sevr mağarasına kadar getirmişti. Ancak bu sırada bir mucize olmuş bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş ve bir güvercinde yuvasini magra girisine kurmustu.Askerler mağaranın yanına gelince, Ebu Bekir endişenmeye başladı. Muhammed, onu teselli ediyordu: “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir.” Bu sırada askerler, mağara girişindeki örümcek ağını ve güvercin yuvasını görünce içeride kimse olamayacağını düşünerek geri döndüler.
Muhammed ve Ebu Bekir 20 Eylül 622’de, Medine yakınlarındaki Kuba’ya ulaştılar. Muhammed, tekbir ve ilahilerle karşılandı; Kuba’ya varır varmaz Kuba Mescidi’ni inşa ettirdi. Burada Külsüm bin Hedm’e konuk oldu. Muhammed, on gün dinlendikten sonra, yanında bulunan ashabı ile beraber Medine’ye hareket etti. Bu sırada Ali de Kuba’ya vardı.
Muhammed Medine de Hamza basta olmak üzere tüm Medinelilerce bekleniyordu.Peygamber göründüğünde bir mucize olmus ve Medine halkinin daha önce hiç bilmediği ve duymadığı bir ilahi (Taleal Bedru)ile karşılanmıştır. Muhammed Medine’de, Beni Salim mahallesinde Cuma Namazı'nı kıldı ve ilk hutbesini verdi. Medine’de Ebu Eyyub el-Ensari’nin konuğu oldu. Medine´ye girdiğinde halk Peygamberlerinin kendi evlerinde kalması konusunda tartışınca iki cihan Peygamberi bir öneri sundu "devesinin ilk çökecegi yere evinin yapilmasi" ve halk bunu kabul etti.Devesinin ilk çöktüğü yere bir Mescid ve kendi ailesinin kalması için mescide bitişik odalar yaptılar.Mescidin bir yanına da barınaksız kişilerin kalabilmeleri için “Suffe”adı verilen bir yer yapıldı. Aynı zamanda islam dünyasının ilk yatılı okulu sayılan bu yurtta kalanlara “Ashabu's-Suffe” denildi.
Mescid-i Nebevi
Mescid-i Nebevi
Mescid-i Nebevi
"Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram haricinde diğer mescitlerde kılınan namazlardan bin kat hayırlıdır."
Medine (müslümanlarca Yesrip'e Medinetü'n Nebi , Peygamberin Ülkesi dendi) halkı, dinleri uğruna Mekke’den göçenlerden (muhacirun) ve bunlara yardımcı olduklarından dolayı ensar adını alan yerli halk (aslen Yemenli Evs ve Hazreç kabileleri ki yerleştikleri bu yere Yemen Serabı anlamında Yesrip dediler. Hazreç, Hadramut'ludur.) ile Benu Kureyza, Benu Kaynuka, Benu Nadir adlı Yahudiler’den oluşuyordu. Bunlar arasında birlik sağlamak oldukça güçtü. Medine sınırları yakınlarında Hayber vb. yerlerde yaşayan Yahudiler, varlıklı kişiler olduklarından, çevre üzerinde etkiliydiler. Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki geleneksel düşmanlığın yeniden alevlenme olasılığı da vardı. Ayrıca Ensar ile Muhacirunu kaynaştırmak, çözülmesi gereken bir sorundu. Muhammed, bütün bu kesimleri birleştirip bağdaştırmak amacındaydı. Ancak her şeyden önce çok yoksul olan göçmenlerin durumlarının düzeltilmesi gerekiyordu. Muhammed Muhacirleri Ensar ile kardeş ilan ederek, ensarın onlara yardım etmesini sağladı. Yahudiler ile açılan aralarını düzeltmek için bu kavmi, hıristiyan ve putperestleri de müslümanlarla birlikte içine alan Medine kent devletini kurdu. Arapça Madinat/Madinah ya da Türk söyleyişi ile Medine kelimesi şimdiki devlet anlamındadır, Yesrip bir site devleti idi. Şimdi bile İsrail Devleti'nin resmi adı "Madinat Yişral" dir. Bu kesimlerin hak ve yükümlülüklerini saptayan 47 maddelik bir tür Medine Anayasası'nı benimsendi.
Kendi dinleri ile birçok benzerlikler göstermesine karşın, Yahudiler müslümanlığa karşı çıktılar. Muhammed onlara, İslam dininin kendinden önceki peygamberlerin söylediklerine uygun ve onların da bildirdiği, dolayısıyla onların dininin devamı olan bir din olduğunu ifade etti. Yahudiler yine de İslam dinine ve müslümanlara karşı olumsuz tutumlardan vazgeçmediler. Medine’de Muhammed’e karşı olanlar yalnızca bunlar değildi; Mekkeli putperestlerin ajanları müslümanlığı seçtiklerini söyleyip karışıklık çıkartmaya çalışıyorlardı.
İlk dini ritueller
Kur'an, Musevilik ve Hıristiyanlığı din olarak tanımakla birlikte, dönemindeki Musevi ve Hıristiyanların bu dinleri bozduklarını belirterek, onları yeniden tevhit dinine çağırdı. Hicret’in 2. yılında (624) Kudüs yerine, Mekke(Kabe) kıble olarak kabul edildi. Müslümanlar Hac farizasını yerine getiremediklerinden, kurban, Musalla denilen açık alanda kesildi; ertesi yıl ise Ramazan ayı, yeniden Oruç ayı olarak kabul edildi ve hac yeniden farz kılındı.
632 yılının Mart ayında (9 Zilhicce) Arafe günü 100.000 den fazla kişiye Rahmet Dağı'nda verdiği son hitabesine veda hutbesi denir. Bu hac, Resulullah SalatSelam'ın ilk, tek ve son haccı idi.
Vefatı
632 yılının sonlarında Veda Haccından sonra peygamber hastalandı. Cemaat namazlarını Ebubekir kıldırdı, peygamber bir kere onun arkasında namaza geldi. Son anlarında Ayşe yanındaydı. Vefat haberini duyan ashab hemen evine geldi. Ömer onun öldüğünü kabullenemiyordu, Ebubekir ortalığı yatıştırdı. Peygamber Mescid-i Nebi'nin yanında kabr-i şerifine defnedildi.
Sünnet
Peygamberin söz, fiil, uygulama ve takrirlerine ait ilme Hadis ilimleri, bunların tatbikine Sünnet denir. Sünnet, İslam fıkhında Kuran'dan sonra ikinci kaynaktır. Peygamber, yaşarken hadisleri kayda geçirilmiştir. Ashabının yazıya geçirip geçirmeme tereddüdü karşısında "Yazın. Bu ağızdan haktan başka bir şey çıkmaz" demiştir.
Kişiliği
Peygamber orta boylu, dalgalı saçlı, siyah gözlü, ay gibi parlak ifadeli esmer yüzü, son derece muntazam bembeyaz dişleri olan bir insandı. Boş şeyler konuşmaz, genellikle susar, konuşan birinin lafını kesmez, bir isteği olanı geri çevirmezdi. Çoğunlukla su ve hurmadan başka yiyeceği olmadı. Bir ata veya deveye bindiğinde yanında yaya yürüyene tahammül etmez veya kendisi inip yayayı bindirir, eline geçeni yoksullarla paylaştığı için akşam eve geldiğinde ev halkına yiyecek olup olmadığını sorar, yoksa oruca niyet ederdi.
Bir güne sabah namazı öncesinde kalkarak namazın sünnetini kılar, sonra mescide çıkarak cemaate farzı kıldırır, güneş doğana kadar onlarla sohbet ederdi. Mescidi Nebevi'de halkın sorunlarını görüşür, öğle sıcağı bastırınca kaylule (öğle uykusu) yapardı. Yolda rastladığına önce kendisi selam verir, önce o elini uzatırdı. Mucizeleri vardı. Arkasına bakmadan arkasında olan biteni görür, elini değdirdiği yiyecek ve suyu çoğaltırdı. Geçmiş ve geleceği görürdü. Akşam namazından sonra evine gider,ayakkabılarını çıkarır, besmeleyle girer, ev halkına selam verir, yemek varsa yer yoksa oruç tutar, hanımlarıyla oturur, çocuklarla oynardı. Çocuklar kucağına oturup işediğinde kızmaz, kalkıp suyla temizlerdi. Ev işlerini kendisi yapardı. Gecenin son kısmında kalkıp dişlerini misvaklar, teheccüd namazını kılar, sonra sabah namazına kadar sağ tarafına uzanıp yatardı.
Hayatında kimseye bağırıp çağırmadı, kimseyi kırmadı. Öldüğünde geride yamalı bir hırkadan başka birşeyi yoktu. Bütün ashabınca yaşarken ve müslümanlarca gıyabında sevgi ve saygı duyulan bir insandı. Öldügünde Hz.Ömer çıldırmış, "Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum" demişti. Ebubekir bir süre sonra "Herkes bilsin ki Muhammed'e inanan için Muhammed bir beşerdi öldü, Allah'a inanan için ölümsüz olan Allah'tır" diyerek Ömer'i yatıştırdı.
Bugün Suudi Arabistan sınırları içinde bulunan Mekke'de doğdu, Medine'de öldü. Muhammed Arapçada "övülmüş" anlamına gelir. Ayrıca "Ahmed" ismiyle de anılır (33:40), bu da Arapça'da "övgüye daha layık" anlamındadır.
Türkiye'de genellikle saygı ifade eden Hazreti (Hz.) ünvanıyla anılır.
Hayatı
19 Ocak 570'te, Ağustos 569'da, 20 Nisan 571'de ya da 27 Nisan ya da 26 Nisan 571'de Mekke'de doğdu ve 8 Haziran 632'de Medine Yesrip'de vefat etti. Hem Mekke, hem de Medine bugün Suudi Arabistan sınırları içinde bulunan Hicaz Asir Bölgesi şehirleridir. Künyesi Ebu'l-Kasım'dır. Arap geleneklerine göre adı "Ebu l Kasım Ahmed Mahmud Mustafa Muhammed el Emin ibni AbdilLat il Mekkiyyi l Haşimiyi l Kureyşiyy il Adnaniyy il Arabi" dir. Muhammed'in 610-632 yıllarında aldığı vahiyler Kur'an'ı oluşturur.
Çocukluğu
Mekke’de İsmail SS soyundan Adnaniler kavminden Kureyş kabilesinden Haşimoğulları ailesinden gelir. 570 yılında Mekke’de doğdu. Babası Abd-Allah ibn Abd-el-Muttalib bin Haşim bin Abdül Menat(عبدالله بن عبد المطلب ابن هاشم بن عبد مناف بن قصي بن كلاب بن مرة بن كعب بن لؤي بن غالب ابن فهر بن مالك بن النضر بن كنانة بن خزيمة بن مدركة بن الياس بن مضر بن نزار بن معد بن عدنا :Tüm soy ağacı arapça), annesi Medine Yesrip'ten Hazreç kabilesinden Nennaceler'den Veheb bin Abdumenaf'ın kızı Amine'dir. Muhammed daha doğmadan babası öldü. Yetiştirilmesini dedesi Abdülmuttalib üzerine aldı ve torununa o zamana kadar kimseye verilmemiş olan "Muhammed" adını verdi. Muhammed o sıralarda Mekke'de bulunan Beni Sa’d kabilesinden Halime adlı bir kadına emanet edildi. Muhammed’i ondan önce Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe emzirdi. Muhammed üç yaşına kadar annesi Amine’nin de gözetimiyle süt annesi Halime-i Sadiyye’nin yanında kaldı, daha sonra Mekke şehrine giderek kendi annesinin yanına döndü.
Muhammed altı yaşında iken annesi Amine ve bakıcısı Ümm-ü Eymen’le birlikte akrabalarını görmek için Medine’ye gittiler. Bir ay Medine’de kaldıktan sonra Mekke’ye dönüşte Ebva’ya (Cuhfe’den 37 km. uzak) ulaştıklarında annesi vefat edip orada defnedildi. Cariyeleri Ümmü Eymen onu Mekke’ye getirip dedesi Abdulmuttalib’e teslim etti.
Dedesi, yetiştirmesi için onu, oğlu Ebu Talip’e bıraktı. Ebu Talip ona çok iyi baktı. Yengesi de kendisine çok iyi davrandı; çocukları aç olsalar bile önce onu doyurdu. Muhammed “O, benim annem gibiydi” der.
"Muhammed bin Abdullah"
ile ilgili Vikisözler mevcuttur.
Gençliği
Muhammed 9 yaşındayken amcası, ticaret yapmak için gittiği Suriye’ye onu da ***ürdü. Busra kasabasında bir rahibin (Bahira) onun peygamber olacağını haber verdiği söylenir. Genç Muhammed 17 yaşındayken de amcası Zübeyr ile Yemen’e gitti. Bu geziler, bilgi ve görgüsünü artırmasının yanı sıra ruhsal yapısının gelişmesinde de etkin rol oynadı. Bu arada da amcaları ile birlikte Kureyş ve Kays kabileleri arasındaki Ficar Savaşı’na katıldı. Ticaretle olan ilgisi Hatice ile tanışmasına neden oldu ve onun sermayesi ile ticarete başladı. Suriye’ye yaptığı ilk seferde çok kazanç elde etti.
Evliliği
Muhammed dürüstlüğü ile Hatice üzerinde iyi bir izlenim bıraktı ve Hatice'nin evlenme teklifini kabul ederek onunla evlendi. Evlendiklerinde Muhammed 25, Hatice ise 40 yaşındaydı. Muhammed çevresinden gelen paganist görüş ve uygulamalarla ilgilenmedi. Kendisi, aynı dönemde herhangi bir puta tapmamakla birlikte, başkalarının tapınmalarına da açıkça karşı çıkmadı. Onun bu dönemdeki tutumu İslam inancının kutsal kitabı Kuran’da “...oysa, vahiyden önce, kitap nedir, iman nedir sen bilmezdin” (42/Şura Suresi, 52) ve “Allah seni yorulmuş halde buldu ve doğru yola yönlendirdi.” (43, 7) ifadeleriyle gösterilir. Bununla birlikte, gerek kendi ülkesinde, gerekse gezip gördüğü ülkelerdeki toplumlarda dinsel inanç ve ahlak bakımından gözüne çarpan çöküntü, sapkınlık ve bozulmalar, Muhammed üzerinde derin izler bıraktı ve onu bu konularda düşünmeye sürükledi.
Hatice, Muhammed'i amcazadesi Varaka Bin Nevfel ile tanıştırdı. Varaka Hıristiyandı ve bilimle ilgiliydi. Tevrat ile İncil'ide iyiden iyiye incelemiş ve arapçaya tercüme etmişti.Çok bilgili ve Filozof bir adamdı. Dinler tarihini çok iyi biliyordu. O araştırmaları sonucunda puta tapıcılığı bırakıp hıristiyanlığı kabul etmişti.
Varaka Bin Nevfel Muhammed'i sevdi. Onda peygamberlik alametlerini de sezmişti. Bilgili olduğu için Muhammed'de ona saygı gösteriyordu. Varaka'yı her zaman ziyaret ediyordu. O da Ona Tevrat'ı baştan başa okudu. Adem'den İsmail'e kadar bütün Peygamberlerin menkıbelerini anlattı. Musa'nın dinini nasıl kurduğunu, İsa'nın Hıristiyanlığını da izah etti. Vahdaniyet-i ilahiye'yi derinden derine anlattı, fikir ve halvet yollarını gösterdi.
Vahiy Dönemi
Muhammed'in 610 yılından başlayarak, öldüğü yıl olan 632'ye kadar aldığına inanılan vahiyler Kur'an'ı oluşturur.
İlk yıllar
İslam inancına göre Peygamber olmadan önce bu sorunlara çare bulmak amacıyla toplumdan uzaklaşıp Mekke’nin yaklaşık 6 km kuzeyinde bulunan Hira dağındaki bir mağaraya çekilmeyi ve Ramazan ayını burada geçirmeyi adet edindi. Bu mağaraya gitmeye 1-2 yıl devam etti.
40 yaşındayken 610'da, 26 Ramazan'ı 27’sine bağlayan gece (Kadir gecesi), Muhammed'e geldiğine inanılan ilk vahiy şu şekilde anlatılır:
Kendi toplumunun paganlığı ile hristiyanlık ve musevilik gibi, kitaplı dinlerin de sapkınlıklara uğradığına karar verip bunlara ne gibi bir çare bulunabileceğini düşünürken, Cebrail adlı melek geldi ve Muhammed’e "Oku!" dedi. O da, “okumasını bilmem, ne okuyayım?” dedi. Bunun üzerine Cebrail, Muhammed’i sıkarak, yine "Oku!" dedi. Muhammed tekrar okuması olmadığını söyleyince, Cebrail onu sararak aynı şekilde sıktı ve geri salarak "Oku!" dedi. Muhammed’den aynı cevabı alınca: "Ey Muhammed! İnsanı bir kan pıhtısından yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku! İnsana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir." dedi ve gitti. Muhammed, dehşet içinde uyandı.
Bu ilk ayetlerin tesirinde, dehşet ve hayrete düşmüş olan Muhammed, hemen evine dönmek üzere yerinden kalktı. Vücudunu korku ve heyecan kaplamıştı. Öyle bir havaya bürünmüştü ki, bir an için: "Acaba cinler mi çarptı, acaba şair mi oluyorum?" diye aklından geçirdi. O anda Cebrail: "Ey Muhammed, sen Allah’ın Resulüsün!" dedi. Muhammed mağaradan çıkmış, hafif adımlar atıyordu. Her adım atışında, binlerce ses: "Ey Muhammed selam olsun! Ya Resulullah, sana selam olsun!" diyordu. Her defasında geriye dönüyor, taş ve ağaçlardan başka bir şey göremiyordu. Dağın ortasında yine Cebrail göründü. Ufuk ile sema arasını kaplamıştı. Muhammed, olduğu yerde durdu; ne bir adım ileriye ne de geriye atabiliyordu. Cebrail’in heybetine dalmıştı. Cebrail konuştu: "Sana selam olsun ey Muhammed! Sen Allah’ın Resulüsün! O’nun peygamberisin!" Cebrail bu sözleri söyledikten sonra kayboldu. Muhammed, hala olduğu yerde duruyordu. Ona peygamberlik verilmişti. Allah onu kendi Peygamberi, Resulü yani insanlara elçi olarak seçmişti. Gelen bu ilk vahiy üzerine, peygamberliğini ilk olarak Hatice’ye bildirdi. Hatice de durumu amcazadesi Varaka Bin Nevfel ’e açtı. Varaka da ona; görünen meleğin Cebrail olduğu, kendisine vahi nazır olduğunu ve peygamberlik geldiğini tefsir etti. Sonra Hatice ile beraber geri gönderdi. Bir süre vahiy kesildi. Çok geçmeden, onu doğrudan doğruya göreve çağıran "...Kalk, insanlara tuttukları yolun kötü olduğunu bildir, Rabbini ulu tanı ve yüce tut. Elbiseni temizle, putları terk et!" ayeti (96/Alak Suresi, 1-5) indi.
Muhammed’in İslam'a çağrısına ilk uyan, eşi Hatice oldu. Onu amcası Talip’in oğlu Ali, azatlı kölelerden Zeyd bin Harise ve Ebu Bekir izledi. Bir süre yine vahiy kesildikten sonra on bir ayetten oluşan Duha Suresi (93) indi. Bu surede, Allah’ın Peygamber’i yalnız bırakmadığı, yetimken barındırdığı, bu nedenle yoksullara yardım edilmesi ve iyi davranılması gerektiği üzerinde duruldu. Bu dönemde islam dinini kabul edenlerin büyük bir çoğunluğu üst düzeyden, mal ve canlarını vermekten çekinmeyen kişiler oldukları halde, dinlerini gizlemek zorunda kaldılar. Belli bir süre sonra Muhammed`i önce akrabalarını, ardından Safa tepesine çıkarak tüm Mekke halkını açıktan açığa müslüman olmaya çağırdı. İlk müslümanlar çok ağır hakaret ve işkencelere katlanmak zorunda kaldılar.
Mekke'de kamplaşma
Muhammed’in halkı müslüman olmaya çağrısı, kendi mevkilerinin tehlikeye girebileceği kaygısıyla putperest inançdaki önemli kişileri tedirgin etti. Kabe’den putların kaldırılmasının, ticareti engelleyeceği ve birtakım alışkanlıklara son verileceği için büyük tepki ile karşılandı. Bir bölüm müslüman, kendilerine yapılan işkenceler artınca Habeşistan’a (Etiyopya) göç etmek zorunda kaldı. İki dalga halinde göç edenler, bir süre sonra Muhammed’in Mekkeli müşriklerle anlaştığı yolunda aldıkları bir haber üzerine geri döndülerse de Mekke’ye geldiklerinde bunun doğru olmadığını öğrenince yeniden gittiler. Bu arada iki güçlü ve önemli mevki sahibi kişi olan Ömer ve Hamza’nın müslümanlığı kabul etmeleri müslümanların moral ve cesaretlerini artırdı; Kabe’de açıkça namaz kıldılar. Muhammed’in, amcası Ebu Leheb dışındaki akrabalarından yardım görmesi ve Mekke önde gelenlerinden bazılarının müslüman olmaları, putperest inancına sahip kişilerin tepkilerini daha da artırdı. Muhammed, eşi Hatice ve amcası Ebu Talib’in ölmeleri üzerine Mekkeliler’in müslüman olmaları konusunda ümitsizliğe kapılarak Taif’e yerleşmek istedi. Ancak burada tepki daha da büyük oldu ve Muhammed geri dönmek zorunda kaldı. Tüm bu olaylara karşın, peygamberliğine olan inancı, düşüncelerini sürekli yaymasını sağladı. Bu inancından cesaret alarak din alanındaki çalışmalarını Mekke dışına taşımaya yöneldi.
Mirac
Muhammed Hac mevsiminde Mekke’ye gelen Medineliler ile anlaştı. Medineliler, dinsel bir vaizden çok, kabile savaşlarında kendilerine önderlik edecek birini arıyorlardı. Muhammed’de bu iki niteliğin de bulunduğu, Hicret’ten (622) sonra anlaşılacaktı.
Kur'an’dan ve hadislerden aktarılanlara göre, Muhammed Medine’ye gitmeden bir süre önce, Miraç olayı meydana geldi:
Bu gecede, Muhammed, Cebrail’in eşliğinde, önce Mescid-i Aksa’ya gitti. Orada, İbrahim, Musa, İsa ve diğer peygamberlerden bazılarıyla karşılaşarak, onlarla görüştü. Sidretu’l-Münteha’da, kendisine gösterilmek istenen Allah’ın ayetlerini gördükten sonra, aynı gecede Mekke’ye döndü. Ayrıca bu gecede Allah ile insanların anlayamayacağı bir dil ile konuşmuştur. Bu semavi gece yolculuğunda, Muhammed’e Cennet ve Cehennem ve bu ikisine girenlerin hali gösterildi. Bu yolculuk esnasında, diğer bazı hükümler yanında beş vakit namaz da farz kılındı. Sünni inancında Muhammed bu yolculuğu hem ruh hem beden ile Şii inancında ise sadece ruh ile yapmıştır.
Muhammed Mekke’ye dönünce, bu yolculuğunu anlattı. Bunun üzerine Kureyş'liler, onla alay etmeye başladılar. Ebu Bekir'e giderek dediler ki: “Senin adamın dün gece Kudüs’e, oradan da semaya çıkıp tekrar Mekke’ye döndüğünü söylüyor, ne dersin?” Ebu Bekir de: “O dediyse doğrudur!” dedi. Fakat inanmayanlardan çoğu bu sözle ikna olmadı.
Akabe biatları
Muhammed, bir Hac mevsiminde Akabe’de Yesribliler (Medineliler) ile görüştü. Medinelilerden, önce altı, sonra on iki kişi müslüman oldu. Medineliler İslam’ı kabul edip memleketlerine döndüler ve İslam’ı anlatmaya başladılar. Ertesi yıl aynı yerde yetmiş üç erkek, iki kadın Medineli müslüman, Muhammed Medine’ye gelip bu kente yerleşirse kendisini koruyacaklarına söz verdiler. Bu anlaşma Mekke’de öğrenilince müslümanlara baskı ve zulüm daha da arttı ve müslümanlar büyüklü küçüklü topluluklar halinde Medine’ye göç etmeye başladılar. Medine’nin, Mekke ticaret yolu üzerinde bulunması ve burada müslümanların giderek çoğalması, Mekkeliler’in çıkarlarına aykırı düştü; bu nedenle müslümanların Medine’ye göç etmelerine engel olmaya çalıştılar.
Hicret
Müslümanlığa karşı olan Mekkeliler, her türlü baskıyla, Muhammed’i davasından vazgeçiremeyince ve Mekke dışında, yani Medine’de müslümanların giderek kuvvetlendiğini görünce; durumun kendileri için tehlike yaratacağı düşüncesiyle, o zaman Kabe’ye yakın bir yerde bulunan Daru’n-Nedve dedikleri meclislerinde toplanarak meseleyi görüşmeye başladılar.
Görüşler, İslam denen hareketin hızla büyüdüğü ve Muhammed’in bu çalışmalarını durdurmak gerektiği merkezinde birleşiyordu; putperestlik tehlikeye girmişti ve İslam, Mekke’nin düzenini bozabilecek güçteydi. Mekke’nin ileri gelenleri bu kararı alınca, nasıl hareket edecekleri ve hangi yöntemleri uygulayacakları konusunda görüşmeye başladılar. İlk önce şu görüş ortaya atıldı: “Muhammed’i prangaya vurup hapsedelim!” Bu kabul edilmeyince: “Onu memleketimizden sürgün edelim; ne hali varsa görsün!” denildi. Bu görüş de kabul edimeyince, İslam'ı sevmeyen ve onu çok tehlikeli bulan Ebu Cehil: “Benim görüşüme göre, onu öldürmekten başka çaremiz yoktur. Bunun için de, her kabileden birer genç seçelim. Her birine de birer keskin kılıç verelim. Bunların hepsi birden, kararlaştırdığımız yer ve zamanda Muhammed’i pusuya düşürerek öldürsünler; biz de ondan kurtulalım! Böyle olursa, onun kan davası bütün kabilelere düşeceğinden ve ailesi olan Benu Abdi Menaf, herkese savaş açamayacağından, diyete razı olurlar, biz de diyetlerini veririz!” dedi. Bu görüş kabul edildi.
O gece suikastçiler, Muhammed’in evini sararak, onu öldürmek için uyumasını beklediler. İslam inancına göre, Allah, onların oyununu Peygamber’e bildirdi ve Ali, Muhammed'in yerine geçti. Suikastçiler yorgani açıp yatakta Ali´yi görünce cok sasirdilar ve durumu üslerine anlatmak üzere gittiler. Muhammed, evden çıkarak Ebu Bekir’in evine gitmiş ve hicret için geldiğini söylemistir, Ebu Bekir sevinçten ağlamaya başladı. Ebu Bekir’in evinde bir süre oturduktan sonra beraberce, Mekke’nin güneybatısında bulunan Medine´ye hareket ettiler.
Mekkeliler, Muhammed hicret edecek olursa, bir kısımı İslam’ı kabul etmiş olan Medine’ye gideceğini biliyorlardı. Muhammed, bunu düşünerek, kuzeydeki Medine yoluna değil, Mekke’nin güneybatısına düşen Sevr dağına hareket etti.
Muhammed, Ebu Bekir ile Sevr mağarasında üç gün geçirdi. Mağaraya önce Ebu Bekir girmiş ve içinde akrep, yılan gibi zehirli hayvanların olup olmadığını yoklamıştı. Bu kontrolden sonra Peygamber içeri girdi.
Muhammed’in hicret ettiğini öğrenen Mekke Hükümeti, her tarafa asker seferber etmiş, onları bulup getirene yüz deve ödül vadetmişti. Hükümet askerleri ve Ebu Cehil her tarafta Peygamber ve sadık arkadaşı Ebu Bekir’i arıyordu. Nihayet askerler Ebu Bekir’in evine gelince Ebu Bekir’in kızı Esma, onlara Ebu Bekir ve Muhammed’in nerede oldukları konusunda bir şey söylemedi. Bunun üzerine Ebu Cehil, Esma’ya şiddetli bir tokat attı.
Bu sırada Mekkeliler, her tarafta Muhammed’i arıyordu. Hatta becerikli bir iz sürücüsü, Mekke askerlerini Sevr mağarasına kadar getirmişti. Ancak bu sırada bir mucize olmuş bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş ve bir güvercinde yuvasini magra girisine kurmustu.Askerler mağaranın yanına gelince, Ebu Bekir endişenmeye başladı. Muhammed, onu teselli ediyordu: “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir.” Bu sırada askerler, mağara girişindeki örümcek ağını ve güvercin yuvasını görünce içeride kimse olamayacağını düşünerek geri döndüler.
Muhammed ve Ebu Bekir 20 Eylül 622’de, Medine yakınlarındaki Kuba’ya ulaştılar. Muhammed, tekbir ve ilahilerle karşılandı; Kuba’ya varır varmaz Kuba Mescidi’ni inşa ettirdi. Burada Külsüm bin Hedm’e konuk oldu. Muhammed, on gün dinlendikten sonra, yanında bulunan ashabı ile beraber Medine’ye hareket etti. Bu sırada Ali de Kuba’ya vardı.
Muhammed Medine de Hamza basta olmak üzere tüm Medinelilerce bekleniyordu.Peygamber göründüğünde bir mucize olmus ve Medine halkinin daha önce hiç bilmediği ve duymadığı bir ilahi (Taleal Bedru)ile karşılanmıştır. Muhammed Medine’de, Beni Salim mahallesinde Cuma Namazı'nı kıldı ve ilk hutbesini verdi. Medine’de Ebu Eyyub el-Ensari’nin konuğu oldu. Medine´ye girdiğinde halk Peygamberlerinin kendi evlerinde kalması konusunda tartışınca iki cihan Peygamberi bir öneri sundu "devesinin ilk çökecegi yere evinin yapilmasi" ve halk bunu kabul etti.Devesinin ilk çöktüğü yere bir Mescid ve kendi ailesinin kalması için mescide bitişik odalar yaptılar.Mescidin bir yanına da barınaksız kişilerin kalabilmeleri için “Suffe”adı verilen bir yer yapıldı. Aynı zamanda islam dünyasının ilk yatılı okulu sayılan bu yurtta kalanlara “Ashabu's-Suffe” denildi.
Mescid-i Nebevi
Mescid-i Nebevi
Mescid-i Nebevi
"Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram haricinde diğer mescitlerde kılınan namazlardan bin kat hayırlıdır."
Medine (müslümanlarca Yesrip'e Medinetü'n Nebi , Peygamberin Ülkesi dendi) halkı, dinleri uğruna Mekke’den göçenlerden (muhacirun) ve bunlara yardımcı olduklarından dolayı ensar adını alan yerli halk (aslen Yemenli Evs ve Hazreç kabileleri ki yerleştikleri bu yere Yemen Serabı anlamında Yesrip dediler. Hazreç, Hadramut'ludur.) ile Benu Kureyza, Benu Kaynuka, Benu Nadir adlı Yahudiler’den oluşuyordu. Bunlar arasında birlik sağlamak oldukça güçtü. Medine sınırları yakınlarında Hayber vb. yerlerde yaşayan Yahudiler, varlıklı kişiler olduklarından, çevre üzerinde etkiliydiler. Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki geleneksel düşmanlığın yeniden alevlenme olasılığı da vardı. Ayrıca Ensar ile Muhacirunu kaynaştırmak, çözülmesi gereken bir sorundu. Muhammed, bütün bu kesimleri birleştirip bağdaştırmak amacındaydı. Ancak her şeyden önce çok yoksul olan göçmenlerin durumlarının düzeltilmesi gerekiyordu. Muhammed Muhacirleri Ensar ile kardeş ilan ederek, ensarın onlara yardım etmesini sağladı. Yahudiler ile açılan aralarını düzeltmek için bu kavmi, hıristiyan ve putperestleri de müslümanlarla birlikte içine alan Medine kent devletini kurdu. Arapça Madinat/Madinah ya da Türk söyleyişi ile Medine kelimesi şimdiki devlet anlamındadır, Yesrip bir site devleti idi. Şimdi bile İsrail Devleti'nin resmi adı "Madinat Yişral" dir. Bu kesimlerin hak ve yükümlülüklerini saptayan 47 maddelik bir tür Medine Anayasası'nı benimsendi.
Kendi dinleri ile birçok benzerlikler göstermesine karşın, Yahudiler müslümanlığa karşı çıktılar. Muhammed onlara, İslam dininin kendinden önceki peygamberlerin söylediklerine uygun ve onların da bildirdiği, dolayısıyla onların dininin devamı olan bir din olduğunu ifade etti. Yahudiler yine de İslam dinine ve müslümanlara karşı olumsuz tutumlardan vazgeçmediler. Medine’de Muhammed’e karşı olanlar yalnızca bunlar değildi; Mekkeli putperestlerin ajanları müslümanlığı seçtiklerini söyleyip karışıklık çıkartmaya çalışıyorlardı.
İlk dini ritueller
Kur'an, Musevilik ve Hıristiyanlığı din olarak tanımakla birlikte, dönemindeki Musevi ve Hıristiyanların bu dinleri bozduklarını belirterek, onları yeniden tevhit dinine çağırdı. Hicret’in 2. yılında (624) Kudüs yerine, Mekke(Kabe) kıble olarak kabul edildi. Müslümanlar Hac farizasını yerine getiremediklerinden, kurban, Musalla denilen açık alanda kesildi; ertesi yıl ise Ramazan ayı, yeniden Oruç ayı olarak kabul edildi ve hac yeniden farz kılındı.
632 yılının Mart ayında (9 Zilhicce) Arafe günü 100.000 den fazla kişiye Rahmet Dağı'nda verdiği son hitabesine veda hutbesi denir. Bu hac, Resulullah SalatSelam'ın ilk, tek ve son haccı idi.
Vefatı
632 yılının sonlarında Veda Haccından sonra peygamber hastalandı. Cemaat namazlarını Ebubekir kıldırdı, peygamber bir kere onun arkasında namaza geldi. Son anlarında Ayşe yanındaydı. Vefat haberini duyan ashab hemen evine geldi. Ömer onun öldüğünü kabullenemiyordu, Ebubekir ortalığı yatıştırdı. Peygamber Mescid-i Nebi'nin yanında kabr-i şerifine defnedildi.
Sünnet
Peygamberin söz, fiil, uygulama ve takrirlerine ait ilme Hadis ilimleri, bunların tatbikine Sünnet denir. Sünnet, İslam fıkhında Kuran'dan sonra ikinci kaynaktır. Peygamber, yaşarken hadisleri kayda geçirilmiştir. Ashabının yazıya geçirip geçirmeme tereddüdü karşısında "Yazın. Bu ağızdan haktan başka bir şey çıkmaz" demiştir.
Kişiliği
Peygamber orta boylu, dalgalı saçlı, siyah gözlü, ay gibi parlak ifadeli esmer yüzü, son derece muntazam bembeyaz dişleri olan bir insandı. Boş şeyler konuşmaz, genellikle susar, konuşan birinin lafını kesmez, bir isteği olanı geri çevirmezdi. Çoğunlukla su ve hurmadan başka yiyeceği olmadı. Bir ata veya deveye bindiğinde yanında yaya yürüyene tahammül etmez veya kendisi inip yayayı bindirir, eline geçeni yoksullarla paylaştığı için akşam eve geldiğinde ev halkına yiyecek olup olmadığını sorar, yoksa oruca niyet ederdi.
Bir güne sabah namazı öncesinde kalkarak namazın sünnetini kılar, sonra mescide çıkarak cemaate farzı kıldırır, güneş doğana kadar onlarla sohbet ederdi. Mescidi Nebevi'de halkın sorunlarını görüşür, öğle sıcağı bastırınca kaylule (öğle uykusu) yapardı. Yolda rastladığına önce kendisi selam verir, önce o elini uzatırdı. Mucizeleri vardı. Arkasına bakmadan arkasında olan biteni görür, elini değdirdiği yiyecek ve suyu çoğaltırdı. Geçmiş ve geleceği görürdü. Akşam namazından sonra evine gider,ayakkabılarını çıkarır, besmeleyle girer, ev halkına selam verir, yemek varsa yer yoksa oruç tutar, hanımlarıyla oturur, çocuklarla oynardı. Çocuklar kucağına oturup işediğinde kızmaz, kalkıp suyla temizlerdi. Ev işlerini kendisi yapardı. Gecenin son kısmında kalkıp dişlerini misvaklar, teheccüd namazını kılar, sonra sabah namazına kadar sağ tarafına uzanıp yatardı.
Hayatında kimseye bağırıp çağırmadı, kimseyi kırmadı. Öldüğünde geride yamalı bir hırkadan başka birşeyi yoktu. Bütün ashabınca yaşarken ve müslümanlarca gıyabında sevgi ve saygı duyulan bir insandı. Öldügünde Hz.Ömer çıldırmış, "Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum" demişti. Ebubekir bir süre sonra "Herkes bilsin ki Muhammed'e inanan için Muhammed bir beşerdi öldü, Allah'a inanan için ölümsüz olan Allah'tır" diyerek Ömer'i yatıştırdı.
Gülse Birsel
Şener soyadı ile 11 Mart 1971 yılında İstanbul'da doğan Gülse Birsel, liseyi Beyoğlu Anadolu Lisesi'nde bitirdikten sonra öğrenimine Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü'nde devam etti. Üniversitenin ikinci yılında gazeteciliğe merak sardı ve Aktüel dergisinde muhabir olarak çalışmaya başladı.
Üniversiteden mezun olduktan sonra 1994 yılında Amerika'ya gitti. New York, Colombia Üniversitesi'nde sinema üzerine master yaptı. 1996 yılında tekrar Türkiye'ye dönen Gülse Birsel üç ay boyunca ATV'de kahvaltı bülteninin dış haberlerini hazırladı. Ardından, bir yıl boyunca Esquire dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. Esquire'dan sonra Harper's Bazaar dergisinin yayın yönetmenliğini yapan Gülse Birsel, Bazaar Gelin ve Orange dergilerini çıkarttı.
2002 yılına kadar Harper's Bazaar'dan başka FHM, House Beautiful ve Gezi dergilerinin de yayın koordinatörlüğünü yürüttü. Mart 2002'den itibren bir müddet süre Atv'de yayınlanan g.a.g.'ın metin yazarlığı ve sunuculuğunu yapan Gülse Birsel Aralık 2001'de Sabah Gazetesi'nde köşe yazarlığına getirildi.
Mart 2003'te köşe yazıları ve bazı g.a.g. metinlerinden olusan "Gayet Ciddiyim" adlı ilk kitabını ve Mayıs 2004’te "Hala Ciddiyim!" adlı ikinci kitabını yayımladı.
Şubat 2004'te ATV ekranlarında yayınlanmaya başlayan Avrupa Yakası adlı dizinin senaristliğini üstlenmesinin yanı sıra oyuncu kadrosunda da yer aldı. 21 Ocak 2005'te vizyona giren Hırsız Var! adlı sinema filmi, Gülse Birsel'in ilk film projesi olarak portföyünde yerini aldı.
.................................................. .................................................. .....
Bir röportaj...
Arzu Erdoğan'ın Tempo dergisi için yaptığı 11.03.2003 tarihli Gülse Birsel röportajı.
• Hep oyuncu olmak istemişsiniz ama ekonomi okumuşsunuz. Neden böyle bir şey yaptınız?
Çünkü bütün arkadaşlarım Boğaziçi'nin işletmesine ve ekonomisine girmeye çalışıyordu. Çok popülerdi o yıllarda. Annem, babam da çok istedi. Galiba dolduruşa geldim ve "Tabii ya, ben girerim Boğaziçi'ne, manzaraya karşı arkadaşlarımla eğlenirim, bir taraftan da konservatuvarda yarı zamanlı oyunculuk okurum" dedim ve çok yanıldım. Çünkü o sene ya da ondan önceki sene tiyatro bölümünden yarı zaman kalkmış. Ben de tiyatro okuyamadığımla kaldım.
• Yani oyuculuk hevesi içinizde kaldı...
Maalesef. Zaten üniversitenin ikinci senesinde gazeteciliğe başlayınca oyuncu olmaktan biraz vazgeçtim. "Bu iş tam bana göre, buldum mesleğimi" dedim. Okul bittikten sonra, oyunculuk değil, ama içinde dramatik kurgusu olan bir şeyler yapma isteğim depreşti. Çünkü artık bir işim vardı, okulumu bitirerek ailemi de mutlu etmiştim. Bir hayat kararı olarak değil; ama kendimi mutlu etmek için, hayatım boyu görmek istediğim şehir New York'a gittim ve Colombia Üniversitesi'nde mastır programına başladım.
• Tam olarak ne okudunuz Colombia Üniversitesi'nde?
Üniversitenin sinema mastırı içinde yönetmenlik, oyunculuk, senaryo yazarlığı, tarih, teori ve eleştiri gibi dersleri olan bir program. İki yıl hepsinden azar azar okutturuluyor. Ama ikinci yıl birini seçip, tezini ondan veriyorsun ve o bölümden mezun oluyorsun. Oyunculuk dersleri de aldık. Ama o kadar teknik falan değildi. Çok temel oyunculuk prensipleriyle tanışmak için hazırlanmış derslerdi. Hafta üç saat görüyorduk. Ucundan kıyısından oyunculuğa aşina oldum. Benim isteğim senaryo yazarlığıydı, ona yoğunlaştım. Dönüşte de sinemayla ilgili bir şey yapmak aklıma gelmedi. İşim hazırdı. Eski patronumla konuşur konuşmaz bana bir derginin yayın yönetmenliğini teklif etti. Ben de yeniden dergiciliğe başladım.
• Şimdilerde bir diziye başladınız, görünen o ki, içinizdeki oyunculuk arzusu bitmemiş...
Galiba. Bana daha önce de oyunculuk teklifleri gelmişti. TRT için yapılacak dizilerdi, ama ikisi de dramaydı ve ben kabul etmedim. Çünkü kendimi drama hazır hissetmedim. Bana komedi biraz daha yakın geldi. 'G.A.G.'da kakara kikiri yaptıktan sonra, birden insanların beni çok ciddi bir karakterde, duygusal laflar ederken görmesi biraz yadırganır diye düşündüm. O yüzden sit-com daha yakın geldi. Ekibe güvendim, 'Çocuklar Duymasın' dizisinin ekibiyle çalışıyorum.
• Konusu nasıl?
Bana çok aykırı bir rol değil. O yüzden rahatım. Şehirli, genç, akademisyen, çağdaş bir kadın. Çok genç yaşta bir evlilik yapmış. Bu evlilikten 10 yaşlarında bir ****** var. Ama hemen boşanmışlar. Çünkü ilk kocası son derece çapkın ve serseri ruhlu bir adam. Çocuk nedeniyle sürekli görüşüyorlar, adam eve gidip geliyor. Kadın ikinci kez evleniyor. İkinci koca da akademisyen, Avrupai, Batılı, titiz yani ikinci kocanın tam negatifi bir adam. Tabii ki iki adam birbirlerini görür görmez nefret ediyorlar. Fakat çocuk üzülmesin, evdeki ahenk bozulmasın, çocuğa mutlu bir aile ortamı sağlayalım diye birbirlerini idare etmek zorundalar. Buradan bir elektrik ve gerginlik çıkıyor, bu da komediye dönüşüyor.
• Kameraya 'G.A.G.'dan alışkınsınız, ama karşısında oynamak nasılmış?
Son derece kazık bir şey. Tabii ki çok hoşuma gitti. Bütün hayatım boyunca bunu istemişim, nasıl hoşuma gitmez. 'G.A.G.'dan çok farklı. Çünkü orada sadece kameraya bakarak konuşuyorsun. Burada kamera dışında her yere bakabilirsin. Kameraya bakınca kesiyorlar. Başka zorlukları var tabii. Ben daha A'sındayım bu işin. Oradaki tecrübeli oyunculardan bir şeyler kapmaya çalışıyorum. Bakalım ne çıkacak? İnşallah beğenirler performansımı.
• Kimler oynuyor?
Birinci koca Levent Özdilek, ikincisi Altuğ Yücel. Çok yetenekli bir oğlum var. Dünyanın en güzel ******, bir lokum. Kızıl kahve saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli, kalkık burunlu bir İsveçli gibi. Çok yetenekli ve 10 yaşında olmasına rağmen profesyonel bir oyuncu. Bir tane hafif çatlak bir ablam var, onu Neslihan Yargıcı oynuyor. Feminist, ama bir taraftan da çok süslü ve hoş, hafif deli.
• Kamera karşısındaki performansınızı nasıl buldunuz?
Ben önce hiçbir şey anlamadım. Nasıl görünüyorum, çok mu büyük oynuyorum, çok mu küçük oynuyorum... Sonra fark ettim ki, tiyatroya çok yakın bir format sit-com. Mimiğinizi, jestlerinizi büyütmeniz lazım. Yavaş yavaş öğreniyorum tabii. Dizinin birkaç parçasını seyrettik, bana "Gayet iyi" diyorlar. Ama onlar benim yüzüme karşı "Gayet kötü" demeyecekleri için, objektif olduklarına inanayım mı, inanmayayım mı bilmiyorum. Eğlenceli bir şey olacağı kesin de 'G.A.G.'daki karizmayı çizdirir miyiz, çizdirmez miyiz onu göreceğiz.
• Sizi bir şekilde tanıyan insanlar soğuk bir kadın olduğunuzu düşünüyorlar. Soğuk musunuz?
Bugünkü performansıma bakmayın, ben aslında daha sempatik bir insanım. Soğukluk görüntüsünün iki sebebi var. Birincisi benim göz yapımla ilgili. Çok sıcak bakmaya çalıştığımda da soğuk bakıyorum, donuk bir tipim. Bu, benim elimde olan bir şey değil. İkincisi de aslında çekingen bir yapım var. İnsanlarla hemen kaynaşamam. Yıllardır iş hayatında daha ciddi şeyler yapmış olmanın verdiği bir alışkanlık belki. Ama güler yüzlüyümdür aslında.
• Oysa 'G.A.G.'a yansıyan yüzünüz daha farklı, daha samimi, daha içten. Hangisi gerçek?
O benim, yakın arkadaşlarımla olduğum halime daha yakın, onların yanında daha laubaliyim. Çok daha soytarı oluyorum, kendimi yoruyorum. 'G.A.G.'daki tabii ki yüzde yüz ben değilim, ama yüzde doksan beş benim.
• Yakında bir de kitabınız çıkıyor galiba.
Evet, mart ayında. Her popüler kadın yazarın yayınevi olan Epsilon Yayınları'ndan çıkıyor. İsmi 'Gayet Ciddiyim'. 300 sayfalık bir kitap. Bölümlere ayırdık, bence çok da komik oldu. Tatiller, uzaylılar, ev hayatı, kadın-erkek ilişkileri gibi günlük hayatta şehirli bir insanın yaşadığı şeyleri bölümledik. Bu bölümlerde de, bu konularda yazılmış yazılar ve 'G.A.G.' metinleri var. Bir araya gelince bence çok eğlenceli bir şeyler çıktı. Sanıyorum insanları eğlendirecek bir kitap.
• Hiç mizah öyküleri yazmayı düşündünüz mü?
Şimdiye kadar hiç kurgulayarak yazmadım, ama olabilir. Bunu bana bir iki hafta önce yayınevi söyledi. Sanıyorum onlar metinleri almadan önce, daha light bir şeyler bekliyorlardı benden. Ama bir cevher görmüşler ki, "Mizah öyküleri, mizah romanları düşünmez misiniz?" dediler, ilk o zaman aklıma geldi. Galiba kendime o kadar güvenmiyorum.
• Oyunculukta iyi eleştiriler alırsanız, gazeteciliği bırakıp kariyerinize oyuncu olarak mı devam edeceksiniz?
Gazeteciliği hiçbir zaman bırakmam. Ama şu anda olduğu gibi formüller olabilir. Yazılarımı da yazarım, oyunculuk da yaparım. Zaten birbiriyle bağlantılı şeyler aslında. Belki iyi hikâye anlatınca insan, iyi bir oyuncu da olur, iyi yazı da yazar. Oyunculuk belki devam eder, belki bir daha hiç yapmayabilirim. Ya da çok bayılabilirim kendime, "Tamam artık, ben oyuncu oldum" da diyebilirim, bilmiyorum.
• Senaryo yazarlığı eğitimi aldığınıza göre, belki bir gün kendi yazdığınız bir oyunda oynarsınız...
Öyle bir hayalim var. Ama ben hayatımda hiçbir şeyi o kadar planlayarak, hedefe kilitlenerek falan yapmadım. Her şey tesadüf oldu benim hayatımda. Bütün okullar, bütün işler, bütün önemli dönemeçler. Hep ayağıma dolandı. İnsan o kadar plan yapmayınca, hem hayal kırıklığına uğramıyor hem de güzel sürprizler oluyor hayatta.
Cem Yılmaz (1973 - .... )
Üniversiteden mezun olduktan sonra 1994 yılında Amerika'ya gitti. New York, Colombia Üniversitesi'nde sinema üzerine master yaptı. 1996 yılında tekrar Türkiye'ye dönen Gülse Birsel üç ay boyunca ATV'de kahvaltı bülteninin dış haberlerini hazırladı. Ardından, bir yıl boyunca Esquire dergisinin yayın yönetmenliğini yaptı. Esquire'dan sonra Harper's Bazaar dergisinin yayın yönetmenliğini yapan Gülse Birsel, Bazaar Gelin ve Orange dergilerini çıkarttı.
2002 yılına kadar Harper's Bazaar'dan başka FHM, House Beautiful ve Gezi dergilerinin de yayın koordinatörlüğünü yürüttü. Mart 2002'den itibren bir müddet süre Atv'de yayınlanan g.a.g.'ın metin yazarlığı ve sunuculuğunu yapan Gülse Birsel Aralık 2001'de Sabah Gazetesi'nde köşe yazarlığına getirildi.
Mart 2003'te köşe yazıları ve bazı g.a.g. metinlerinden olusan "Gayet Ciddiyim" adlı ilk kitabını ve Mayıs 2004’te "Hala Ciddiyim!" adlı ikinci kitabını yayımladı.
Şubat 2004'te ATV ekranlarında yayınlanmaya başlayan Avrupa Yakası adlı dizinin senaristliğini üstlenmesinin yanı sıra oyuncu kadrosunda da yer aldı. 21 Ocak 2005'te vizyona giren Hırsız Var! adlı sinema filmi, Gülse Birsel'in ilk film projesi olarak portföyünde yerini aldı.
.................................................. .................................................. .....
Bir röportaj...
Arzu Erdoğan'ın Tempo dergisi için yaptığı 11.03.2003 tarihli Gülse Birsel röportajı.
• Hep oyuncu olmak istemişsiniz ama ekonomi okumuşsunuz. Neden böyle bir şey yaptınız?
Çünkü bütün arkadaşlarım Boğaziçi'nin işletmesine ve ekonomisine girmeye çalışıyordu. Çok popülerdi o yıllarda. Annem, babam da çok istedi. Galiba dolduruşa geldim ve "Tabii ya, ben girerim Boğaziçi'ne, manzaraya karşı arkadaşlarımla eğlenirim, bir taraftan da konservatuvarda yarı zamanlı oyunculuk okurum" dedim ve çok yanıldım. Çünkü o sene ya da ondan önceki sene tiyatro bölümünden yarı zaman kalkmış. Ben de tiyatro okuyamadığımla kaldım.
• Yani oyuculuk hevesi içinizde kaldı...
Maalesef. Zaten üniversitenin ikinci senesinde gazeteciliğe başlayınca oyuncu olmaktan biraz vazgeçtim. "Bu iş tam bana göre, buldum mesleğimi" dedim. Okul bittikten sonra, oyunculuk değil, ama içinde dramatik kurgusu olan bir şeyler yapma isteğim depreşti. Çünkü artık bir işim vardı, okulumu bitirerek ailemi de mutlu etmiştim. Bir hayat kararı olarak değil; ama kendimi mutlu etmek için, hayatım boyu görmek istediğim şehir New York'a gittim ve Colombia Üniversitesi'nde mastır programına başladım.
• Tam olarak ne okudunuz Colombia Üniversitesi'nde?
Üniversitenin sinema mastırı içinde yönetmenlik, oyunculuk, senaryo yazarlığı, tarih, teori ve eleştiri gibi dersleri olan bir program. İki yıl hepsinden azar azar okutturuluyor. Ama ikinci yıl birini seçip, tezini ondan veriyorsun ve o bölümden mezun oluyorsun. Oyunculuk dersleri de aldık. Ama o kadar teknik falan değildi. Çok temel oyunculuk prensipleriyle tanışmak için hazırlanmış derslerdi. Hafta üç saat görüyorduk. Ucundan kıyısından oyunculuğa aşina oldum. Benim isteğim senaryo yazarlığıydı, ona yoğunlaştım. Dönüşte de sinemayla ilgili bir şey yapmak aklıma gelmedi. İşim hazırdı. Eski patronumla konuşur konuşmaz bana bir derginin yayın yönetmenliğini teklif etti. Ben de yeniden dergiciliğe başladım.
• Şimdilerde bir diziye başladınız, görünen o ki, içinizdeki oyunculuk arzusu bitmemiş...
Galiba. Bana daha önce de oyunculuk teklifleri gelmişti. TRT için yapılacak dizilerdi, ama ikisi de dramaydı ve ben kabul etmedim. Çünkü kendimi drama hazır hissetmedim. Bana komedi biraz daha yakın geldi. 'G.A.G.'da kakara kikiri yaptıktan sonra, birden insanların beni çok ciddi bir karakterde, duygusal laflar ederken görmesi biraz yadırganır diye düşündüm. O yüzden sit-com daha yakın geldi. Ekibe güvendim, 'Çocuklar Duymasın' dizisinin ekibiyle çalışıyorum.
• Konusu nasıl?
Bana çok aykırı bir rol değil. O yüzden rahatım. Şehirli, genç, akademisyen, çağdaş bir kadın. Çok genç yaşta bir evlilik yapmış. Bu evlilikten 10 yaşlarında bir ****** var. Ama hemen boşanmışlar. Çünkü ilk kocası son derece çapkın ve serseri ruhlu bir adam. Çocuk nedeniyle sürekli görüşüyorlar, adam eve gidip geliyor. Kadın ikinci kez evleniyor. İkinci koca da akademisyen, Avrupai, Batılı, titiz yani ikinci kocanın tam negatifi bir adam. Tabii ki iki adam birbirlerini görür görmez nefret ediyorlar. Fakat çocuk üzülmesin, evdeki ahenk bozulmasın, çocuğa mutlu bir aile ortamı sağlayalım diye birbirlerini idare etmek zorundalar. Buradan bir elektrik ve gerginlik çıkıyor, bu da komediye dönüşüyor.
• Kameraya 'G.A.G.'dan alışkınsınız, ama karşısında oynamak nasılmış?
Son derece kazık bir şey. Tabii ki çok hoşuma gitti. Bütün hayatım boyunca bunu istemişim, nasıl hoşuma gitmez. 'G.A.G.'dan çok farklı. Çünkü orada sadece kameraya bakarak konuşuyorsun. Burada kamera dışında her yere bakabilirsin. Kameraya bakınca kesiyorlar. Başka zorlukları var tabii. Ben daha A'sındayım bu işin. Oradaki tecrübeli oyunculardan bir şeyler kapmaya çalışıyorum. Bakalım ne çıkacak? İnşallah beğenirler performansımı.
• Kimler oynuyor?
Birinci koca Levent Özdilek, ikincisi Altuğ Yücel. Çok yetenekli bir oğlum var. Dünyanın en güzel ******, bir lokum. Kızıl kahve saçlı, mavi gözlü, beyaz tenli, kalkık burunlu bir İsveçli gibi. Çok yetenekli ve 10 yaşında olmasına rağmen profesyonel bir oyuncu. Bir tane hafif çatlak bir ablam var, onu Neslihan Yargıcı oynuyor. Feminist, ama bir taraftan da çok süslü ve hoş, hafif deli.
• Kamera karşısındaki performansınızı nasıl buldunuz?
Ben önce hiçbir şey anlamadım. Nasıl görünüyorum, çok mu büyük oynuyorum, çok mu küçük oynuyorum... Sonra fark ettim ki, tiyatroya çok yakın bir format sit-com. Mimiğinizi, jestlerinizi büyütmeniz lazım. Yavaş yavaş öğreniyorum tabii. Dizinin birkaç parçasını seyrettik, bana "Gayet iyi" diyorlar. Ama onlar benim yüzüme karşı "Gayet kötü" demeyecekleri için, objektif olduklarına inanayım mı, inanmayayım mı bilmiyorum. Eğlenceli bir şey olacağı kesin de 'G.A.G.'daki karizmayı çizdirir miyiz, çizdirmez miyiz onu göreceğiz.
• Sizi bir şekilde tanıyan insanlar soğuk bir kadın olduğunuzu düşünüyorlar. Soğuk musunuz?
Bugünkü performansıma bakmayın, ben aslında daha sempatik bir insanım. Soğukluk görüntüsünün iki sebebi var. Birincisi benim göz yapımla ilgili. Çok sıcak bakmaya çalıştığımda da soğuk bakıyorum, donuk bir tipim. Bu, benim elimde olan bir şey değil. İkincisi de aslında çekingen bir yapım var. İnsanlarla hemen kaynaşamam. Yıllardır iş hayatında daha ciddi şeyler yapmış olmanın verdiği bir alışkanlık belki. Ama güler yüzlüyümdür aslında.
• Oysa 'G.A.G.'a yansıyan yüzünüz daha farklı, daha samimi, daha içten. Hangisi gerçek?
O benim, yakın arkadaşlarımla olduğum halime daha yakın, onların yanında daha laubaliyim. Çok daha soytarı oluyorum, kendimi yoruyorum. 'G.A.G.'daki tabii ki yüzde yüz ben değilim, ama yüzde doksan beş benim.
• Yakında bir de kitabınız çıkıyor galiba.
Evet, mart ayında. Her popüler kadın yazarın yayınevi olan Epsilon Yayınları'ndan çıkıyor. İsmi 'Gayet Ciddiyim'. 300 sayfalık bir kitap. Bölümlere ayırdık, bence çok da komik oldu. Tatiller, uzaylılar, ev hayatı, kadın-erkek ilişkileri gibi günlük hayatta şehirli bir insanın yaşadığı şeyleri bölümledik. Bu bölümlerde de, bu konularda yazılmış yazılar ve 'G.A.G.' metinleri var. Bir araya gelince bence çok eğlenceli bir şeyler çıktı. Sanıyorum insanları eğlendirecek bir kitap.
• Hiç mizah öyküleri yazmayı düşündünüz mü?
Şimdiye kadar hiç kurgulayarak yazmadım, ama olabilir. Bunu bana bir iki hafta önce yayınevi söyledi. Sanıyorum onlar metinleri almadan önce, daha light bir şeyler bekliyorlardı benden. Ama bir cevher görmüşler ki, "Mizah öyküleri, mizah romanları düşünmez misiniz?" dediler, ilk o zaman aklıma geldi. Galiba kendime o kadar güvenmiyorum.
• Oyunculukta iyi eleştiriler alırsanız, gazeteciliği bırakıp kariyerinize oyuncu olarak mı devam edeceksiniz?
Gazeteciliği hiçbir zaman bırakmam. Ama şu anda olduğu gibi formüller olabilir. Yazılarımı da yazarım, oyunculuk da yaparım. Zaten birbiriyle bağlantılı şeyler aslında. Belki iyi hikâye anlatınca insan, iyi bir oyuncu da olur, iyi yazı da yazar. Oyunculuk belki devam eder, belki bir daha hiç yapmayabilirim. Ya da çok bayılabilirim kendime, "Tamam artık, ben oyuncu oldum" da diyebilirim, bilmiyorum.
• Senaryo yazarlığı eğitimi aldığınıza göre, belki bir gün kendi yazdığınız bir oyunda oynarsınız...
Öyle bir hayalim var. Ama ben hayatımda hiçbir şeyi o kadar planlayarak, hedefe kilitlenerek falan yapmadım. Her şey tesadüf oldu benim hayatımda. Bütün okullar, bütün işler, bütün önemli dönemeçler. Hep ayağıma dolandı. İnsan o kadar plan yapmayınca, hem hayal kırıklığına uğramıyor hem de güzel sürprizler oluyor hayatta.
Cem Yılmaz (1973 - .... )
23 Nisan 1973'te İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Turizm ve Otelcilik bölümünde okurken Leman Dergisinde karikatür çalışmalarına başladı. İlk stand-up gösterisini Leman Kültür'de, 1995'in Ağustos ayında gerçekleştirdi. 1995 Aralık'tan itibaren de Beşiktaş Kültür Merkezi bünyesi altında gösterilerine devam etmektedir. 2001 yılı sonuna kadar toplam gösteri sayısı 1200'ün üzerinde olup, bunların hemen hepsi kapalı gişe oynayarak, kırılması güç bir rekorun da sahibi olmuştur. Türkiye'nin birçok ilinde sahnelediği gösterisini aynı zamanda Avrupa'nın önde gelen şehirlerinde ve de Amerika Birleşik Devletlerinde yine aynı başarı ile sahneye koymuştur.
Leman Dergisi'nde yayınlanan çalışmalarını "Karikatürler" isimli kitabında yayınladı. 1998 yılında Ömer Vargı'nın yönettiği "Herşey Çok Güzel Olacak" isimli sinema filminde Mazhar Alanson ile başrolü paylaştı. Bu filmi Türkiye ve Avrupa'da yaklaşık 1,800,000 kişi izledi. Reklam dünyasında da adından söz ettiren sanatçı , "Panasonic" reklamlarının radyo spotlarıyla iki yıl üst üste Kristal Elma ödülüne layık görüldü. Bu firmanın TV filmlerinin yanı sıra "Mavi Jeans" reklamlarında da oynamıştır. 2000 yılının Ocak ayından sonra gösterileri Star TV tarafından yayınlanmakta olup bunları "Gösteri" adlı kasette de Bay Müzik ile piyasaya sürmüştür. Askerlik görevini Temmuz 2001'de tamamlayan Cem Yılmaz, gösterilerine devam etmektedir. Özel bir şirket için hazırladığı reklamlar serisi ilgi görmüştür. Reklam ve gösteri çalışmalarına devam etmektedir.
Tarkan
Leman Dergisi'nde yayınlanan çalışmalarını "Karikatürler" isimli kitabında yayınladı. 1998 yılında Ömer Vargı'nın yönettiği "Herşey Çok Güzel Olacak" isimli sinema filminde Mazhar Alanson ile başrolü paylaştı. Bu filmi Türkiye ve Avrupa'da yaklaşık 1,800,000 kişi izledi. Reklam dünyasında da adından söz ettiren sanatçı , "Panasonic" reklamlarının radyo spotlarıyla iki yıl üst üste Kristal Elma ödülüne layık görüldü. Bu firmanın TV filmlerinin yanı sıra "Mavi Jeans" reklamlarında da oynamıştır. 2000 yılının Ocak ayından sonra gösterileri Star TV tarafından yayınlanmakta olup bunları "Gösteri" adlı kasette de Bay Müzik ile piyasaya sürmüştür. Askerlik görevini Temmuz 2001'de tamamlayan Cem Yılmaz, gösterilerine devam etmektedir. Özel bir şirket için hazırladığı reklamlar serisi ilgi görmüştür. Reklam ve gösteri çalışmalarına devam etmektedir.
Tarkan
Bir megastar'ın hikayesi!!
Tarkan, 17 Ekim 1972’de Almanya'nın Alzey kasabasında, altı çocuklu bir ailenin beşinci çocuğu olarak doğdu. Müzik aşkı daha 3 yaşlarında başlayan Tarkan, 6. sınıfa geçerken, 14 yaşında Türkiye'ye döndüğünde, müziğe duyduğu bu büyük ilgi onu lise eğitiminin yanısıra Türk Sanat Müziği dersleri almaya yöneltti.
1990 - 1992 yılları arasında devam ettiği Üsküdar Musiki Cemiyetinde, kendisini müzik dünyasına katılma konusunda cesaretlendiren, Türkiye'nin saygın bestekarları ile çalışma fırsatını buldu.
Lise yılları bitip, üniversite sınav sonuçları açıklandığında Almanya'ya dönüş kararı alan Tarkan'ın, tam bu sırada Mehmet Söğütoğlu ile tanışması kaderini büyük ölçüde değiştirdi ve müzik dünyasına profesyonel anlamda girişinin temellerini atan ilk albümü "Yine Sensiz", 1993 yılında İstanbul Plak tarafından çıkarıldı. Konserleriyle ilk olarak sevenleriyle buluşan Tarkan kısa sürede 700 bin albüm satarak müzik piyasasına sağlam bir temel attı.
Tarkan ikinci albümünün hazırlık aşamasında, Türkiye'nin en önemli seslerinden Sezen Aksu ile tanıştı. Müzikal anlamda ilk kez buluşan iki sanatçının çalışmaları sonucunda "Şıkıdım" şarkısı ikinci albüme dahil oldu.
1995 yılında çıkan ikinci albümü "Aacayipsin" ile Türkiye ve Avrupa'da tam 74 konser verdi. Bu konserlerin 25 tanesi, o ana kadar ulusal çapta gerçekleştirilen en büyük sponsorlu turne kapsamında, Tarkan'ı Türkiye'nin farklı illerinde yaklaşık 750 bin seyirci ile buluşan stadyum konserleriydi. Bunlarla birlikte Tarkan çok önemli bir başarıya daha imzasını attı ve albüm 2.5 milyona yakın sattı.
Bunun ardından dil eğitimi almak üzere New York'a gitti. Bu dönemde tanıştığı Ahmet Ertegün ve Atlantic Records'la yeni projeler üzerinde çalışmaya başladı.
1994 - 1997 yılları arasında İsviçre, Hollanda ve Almanya'da toplam 12 şehri kapsayan 3 büyük Avrupa turnesine çıktı. 1995 yılında New York Palladium'da verdiği konser, Türkiye'de canlı yayınlandı.
Tarkan, 1997 yılının Temmuz ayında, üçüncü albümü "Ölürüm Sana" ile müzik dünyasında yine bir Sezen Aksu parçasıyla büyük bir çıkış yaptı. Bu albüm için yaklaşık 2 yıl boyunca hazırlanan Tarkan, Sezen Aksu’nun da katkılarıyla istenilen başarıya ulaştı ve ilk kez uluslararası müzik sektöründe kendini tanıttı. Üçüncü albümüyle tüm dünyaya sesini duyuran Tarkan’ın bu albümü 3.5 milyon sattı.
Tarkan bu başarının ardından hiç ara vermeden konserlere başladı. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Antalya’da verilen stadyum konserlerini, 10 ili daha kapsayan bir Türkiye turnesi izledi.
Güney Amerika'da verdiği konserlerde, seyirci Tarkan'a şarkılarında eşlik ederek büyük bir coşkuyla izledi.
Tarkan, yine 1997'nin Aralık ayında bu kez 17 ayrı şehirde 18 konserden oluşan yeni bir Avrupa turnesine çıktı.
Bu sırada, sanatçılarla yapılan çalışmaların albüm ve kliplerle sınırlı kalmaması vizyonu ve kendine ait bir müzik prodüksiyon şirketine sahip olma hedefi, Hitt Müzik projesinin çıkış noktası oldu.
1998'de ise İstanbul Plak'ın, "Ölürüm Sana" albümünün Avrupa'daki lisans haklarını ünlü Fransız firması Polgram'a devretmesi ile Tarkan'ın Avrupa'daki tanınırlığı önemli ölçüde arttı.
Böylece Tarkan, başta "Şımarık" single'ı olmak üzere, "Ölürüm Sana" albümü ile tüm Avrupa’ya Türkçe şarkı söyletmeyi başardı. Ve yine aynı albümle, Meksika'da Platin, Fransa, Hollanda, Almanya, Belçika, Lüksemburg, İsveç ve Kolombiya'da da Altın Plak ödülleri kazandı.
1999 yılının baharında başlayan ve Almanya, Fransa, İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka, Avusturya, Portekiz, Ukrayna, Fas, Avustralya ve Tunus gibi pek çok farklı ülkeyi kapsayan bir başka turne ise, aynı yılın yaz aylarında son buldu.
2000 yılının Şubat ayında askerliğini yapmak üzere Türkiye'ye dönen Tarkan, teslim olmadan hemen önce 14 Ocak'ta, 17 Ağustos depreminde zarar görmüş depremzedeler yararına İstanbul Mydonose Showland'de Türkiye’de ilk kez özel bir ses ve ışık sisteminin kullanıldığı bir konser verdi.
Dünya çapında bir sanatçı olmasıyla, sorumluluğunu daha da artan Tarkan, askerlik dönüşünde yeni albümünün çalışmalarına iyice hız verdi.
2 yıl süren titiz çalışmaların ürünü olan "Karma" albümü, Amerika, Fransa ve Mısır'daki stüdyolarda kaydedildi ve Mayıs 2001'de Kuzu Kuzu single'ı 5 değişik versiyonuyla tüm müzik marketlere sunuldu.
"Kuzu Kuzu"nun hemen ardından Ağustos ayı başında çıkan Karma albümü, 7 Ağustos'ta İstanbul'da başlayan bir konserler zinciri ile seyircisi ile buluştu. "Dudu"yu 2003 yılında sevenlerine sundu.
Şebnem Ferah
Tarkan, 17 Ekim 1972’de Almanya'nın Alzey kasabasında, altı çocuklu bir ailenin beşinci çocuğu olarak doğdu. Müzik aşkı daha 3 yaşlarında başlayan Tarkan, 6. sınıfa geçerken, 14 yaşında Türkiye'ye döndüğünde, müziğe duyduğu bu büyük ilgi onu lise eğitiminin yanısıra Türk Sanat Müziği dersleri almaya yöneltti.
1990 - 1992 yılları arasında devam ettiği Üsküdar Musiki Cemiyetinde, kendisini müzik dünyasına katılma konusunda cesaretlendiren, Türkiye'nin saygın bestekarları ile çalışma fırsatını buldu.
Lise yılları bitip, üniversite sınav sonuçları açıklandığında Almanya'ya dönüş kararı alan Tarkan'ın, tam bu sırada Mehmet Söğütoğlu ile tanışması kaderini büyük ölçüde değiştirdi ve müzik dünyasına profesyonel anlamda girişinin temellerini atan ilk albümü "Yine Sensiz", 1993 yılında İstanbul Plak tarafından çıkarıldı. Konserleriyle ilk olarak sevenleriyle buluşan Tarkan kısa sürede 700 bin albüm satarak müzik piyasasına sağlam bir temel attı.
Tarkan ikinci albümünün hazırlık aşamasında, Türkiye'nin en önemli seslerinden Sezen Aksu ile tanıştı. Müzikal anlamda ilk kez buluşan iki sanatçının çalışmaları sonucunda "Şıkıdım" şarkısı ikinci albüme dahil oldu.
1995 yılında çıkan ikinci albümü "Aacayipsin" ile Türkiye ve Avrupa'da tam 74 konser verdi. Bu konserlerin 25 tanesi, o ana kadar ulusal çapta gerçekleştirilen en büyük sponsorlu turne kapsamında, Tarkan'ı Türkiye'nin farklı illerinde yaklaşık 750 bin seyirci ile buluşan stadyum konserleriydi. Bunlarla birlikte Tarkan çok önemli bir başarıya daha imzasını attı ve albüm 2.5 milyona yakın sattı.
Bunun ardından dil eğitimi almak üzere New York'a gitti. Bu dönemde tanıştığı Ahmet Ertegün ve Atlantic Records'la yeni projeler üzerinde çalışmaya başladı.
1994 - 1997 yılları arasında İsviçre, Hollanda ve Almanya'da toplam 12 şehri kapsayan 3 büyük Avrupa turnesine çıktı. 1995 yılında New York Palladium'da verdiği konser, Türkiye'de canlı yayınlandı.
Tarkan, 1997 yılının Temmuz ayında, üçüncü albümü "Ölürüm Sana" ile müzik dünyasında yine bir Sezen Aksu parçasıyla büyük bir çıkış yaptı. Bu albüm için yaklaşık 2 yıl boyunca hazırlanan Tarkan, Sezen Aksu’nun da katkılarıyla istenilen başarıya ulaştı ve ilk kez uluslararası müzik sektöründe kendini tanıttı. Üçüncü albümüyle tüm dünyaya sesini duyuran Tarkan’ın bu albümü 3.5 milyon sattı.
Tarkan bu başarının ardından hiç ara vermeden konserlere başladı. İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Antalya’da verilen stadyum konserlerini, 10 ili daha kapsayan bir Türkiye turnesi izledi.
Güney Amerika'da verdiği konserlerde, seyirci Tarkan'a şarkılarında eşlik ederek büyük bir coşkuyla izledi.
Tarkan, yine 1997'nin Aralık ayında bu kez 17 ayrı şehirde 18 konserden oluşan yeni bir Avrupa turnesine çıktı.
Bu sırada, sanatçılarla yapılan çalışmaların albüm ve kliplerle sınırlı kalmaması vizyonu ve kendine ait bir müzik prodüksiyon şirketine sahip olma hedefi, Hitt Müzik projesinin çıkış noktası oldu.
1998'de ise İstanbul Plak'ın, "Ölürüm Sana" albümünün Avrupa'daki lisans haklarını ünlü Fransız firması Polgram'a devretmesi ile Tarkan'ın Avrupa'daki tanınırlığı önemli ölçüde arttı.
Böylece Tarkan, başta "Şımarık" single'ı olmak üzere, "Ölürüm Sana" albümü ile tüm Avrupa’ya Türkçe şarkı söyletmeyi başardı. Ve yine aynı albümle, Meksika'da Platin, Fransa, Hollanda, Almanya, Belçika, Lüksemburg, İsveç ve Kolombiya'da da Altın Plak ödülleri kazandı.
1999 yılının baharında başlayan ve Almanya, Fransa, İngiltere, Belçika, Hollanda, Danimarka, Avusturya, Portekiz, Ukrayna, Fas, Avustralya ve Tunus gibi pek çok farklı ülkeyi kapsayan bir başka turne ise, aynı yılın yaz aylarında son buldu.
2000 yılının Şubat ayında askerliğini yapmak üzere Türkiye'ye dönen Tarkan, teslim olmadan hemen önce 14 Ocak'ta, 17 Ağustos depreminde zarar görmüş depremzedeler yararına İstanbul Mydonose Showland'de Türkiye’de ilk kez özel bir ses ve ışık sisteminin kullanıldığı bir konser verdi.
Dünya çapında bir sanatçı olmasıyla, sorumluluğunu daha da artan Tarkan, askerlik dönüşünde yeni albümünün çalışmalarına iyice hız verdi.
2 yıl süren titiz çalışmaların ürünü olan "Karma" albümü, Amerika, Fransa ve Mısır'daki stüdyolarda kaydedildi ve Mayıs 2001'de Kuzu Kuzu single'ı 5 değişik versiyonuyla tüm müzik marketlere sunuldu.
"Kuzu Kuzu"nun hemen ardından Ağustos ayı başında çıkan Karma albümü, 7 Ağustos'ta İstanbul'da başlayan bir konserler zinciri ile seyircisi ile buluştu. "Dudu"yu 2003 yılında sevenlerine sundu.
Şebnem Ferah
Türk rock müziğinin en sevilen isimlerinden biri olan Şebnem Ferah profesyonel müzik hayatına Volvox grubu ile başladı.
12 Nisan 1972 yılında Yalova'da doğdu. Kırmızı elbiseler giyerek mahallede şarkılar söyleyen Şebnem Ferah'ın müziğe olan ilgisi küçük yaşlarda başlamış. Şebnem'in müzikle tanışmasında ailesinin çok büyük rolü olmuş. İlk okulda enstrüman ve solfej dersleri almaya başlamış. Şebnem'in ailesinde hemen hemen herkes müzikle içiçe ve evin her köşesinde enstrüman olduğu için müzik konusunda bilgili ve hazır olarak atılmış piyasaya.
İlk okul yıllarında mandolin kursu alan Şebnem okul orkestrasında da solistlik yapmış ve bugüne dek hayatını müzikle bağdaştırmış. Liseyi Bursa Gemlik'te "Özel Namık Sözeri Lisesinde" yatılı bir öğrenci olarak okumuş ve bu dönemler Şebnem'in kendisini tanımasına, tek başına ayakta kalmasına yardımcı olmuş.
Şebnem'in okul orkestralarında başlayan bu serüveni daha sonra küçük topluluklarla devam etmiş. Lise zamanlarında "Pegasus"adlı grubuyla beraber çalışan ama kafasında bir kız grubu hayali olan Şebnem, 80'lerin ortasında Bursa'da açılan bir stüdyo sayesinde Sedat abisiyle tanışmış ve bu hayalini 1988 yılında kurduğu "Volvox" grubuyla gerçekleştirmiştir. Müzik uğruna "Odtü Ekonomi" Bölümünü 2. sınıftan terk etmiş ve daha sonra İstanbul'a gelince "İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili Ve Edebiyatı" bölümüne kaydolmuş.
1994 yılında "Volvox" grubunun dağılması sonucu Şebnem Ferah bireysel çalışmalarına başlamış. Rahmetli sanatçımız Onno Tunç ve Sezen Aksu'nun keşfi sonucu Underground ortamdan daha Ferah bir ortama kavuşmuş.
Daha sonra "15 Kasım 1996 Cumartesi" günü "KADIN" adlı ilk solo albümünü çıkardı. İlk videosunu "Vazgeçtim Dünyadan" adlı parçasına çeken Şebnem, Rock müzik piyasasını yeni bir döneme soktu. Çıkışıyla büyük bir sansasyon yarattı. Gerek kaset satışları gerekse video klibiyle uzun süre listelerde bir numara olarak boy gösterdi. Daha sonraları "Yağmurlar", "Bu Aşk Fazla Sana" ve "Fırtına" adlı şarkılarına klip çekti. İlk konserini "04 Nisan 1997" de "İzmir Ege Üniversitesi" nde verdi ve büyük bir kalabalığa yaklaşık 6000 kişiye unutulmayacak dakikalar yaşattı.
İzmir'deki konserin ardından Türkiye'nin çeşitli yerlerinde konserlerine devam etti ve bu konserlerin yanı sıra düzenli bar programları da yaptı.
Tabii ki Şebnem`in yaşadığı çok büyük acılar da oldu. 1998 yılında Ablası Aycan Ferah`ı yitirdi. Üzüntülü bir dönemin ardından 2.5 yıllık bir aradan sonra "24 Haziran 1999 Perşembe Günü" ikinci albümünün ilk klibi "Bugün" müzik kanallarında boy göstermeye başladı ve tarih "30 Haziran 1999 Çarşamba" yı gösterdiği zaman "Artık Kısa Cümleler Kuruyorum" adlı ikinci albümünü yine sansasyonlu bir şekilde bizlere sundu. İlk albümünde olduğu gibi ikinci albümünde de İskender Paydaş ve Pentagram ekibiyle çalışan Şebnem yine herkesi üzerine yoğunlaştırdı. Çok samimi sözlerin üzerine sarılmış etkileyici melodiler yine hafızamıza kazınacak ve aklımızdan asla silinmeyeceklerdi. Albümün ikinci videosu "Artık Kısa Cümleler Kuruyorum" şarkısına geldi, klibin yönetmenliğini Hakan Yonat yaptı. İkinci albümün ardından yine araya uzun bir stüdyo dönemi girdi.
Bu arada acılar Şebnem`in peşini bırakmadı. 1999 yılında meydana gelen 17 Ağustos depreminde Babası Ali Ferah`ı yitirdi. Acılarını hafifletmek ve yeni şarkılar üretmek için müziğe daha da sıkı sarılmayı tercih etti. Böylece "03 Ekim 2001" tarihinde "Perdeler" adlı üçüncü albümü yayınlandı ve yine büyük beğeni topladı.
Bu sefer ki albümde Şebnem, İskender Paydaş ve Pentagram üyeleriyle değil de sahnede birlikte çaldığı müzisyenlerle çalışmıştı. Bu albümden ilk video, albümle aynı adı taşıyan "Perdeler" şarkısına çekildi. Klip, Türkiye standartlarının çok dışında ve oldukça güzel görüntüler barındırıyordu. Bu klipten kısa bir süre sonra "Sigara" şarkısı da, renkli camda boy göstermeye başladı.
İki yıl aradan sonra, tarih "12 Mayıs 2003 Pazartesi" yi gösterdiğinde, yeni albümünün ilk videosu "Ben Şarkımı Söylerken" müzik kanallarında dönmeye başladı. "15 Mayıs 2003 Perşembe Günü" "Kelimeler Yetse" adlı muhteşem bir albümle Şebnem tekrar aramıza dönmüş oldu. İlk klibiyle kendinden oldukça söz ettirmeyi ve yine yeniden gündeme oturmayı başardı. Röportajlar, Tv programları derken kendini yoğun bir temponun içinde bulan Şebnem, bu yoğun temponun arasında Gözlerimin Etrafındaki Çizgiler ve Mayın Tarlası’na da klip çekti ve yeni albüm çalışmalarına başlayana dek Türkiye'nin bir çok şehrinde konserler verdi...
Sessiz sedasız geçen bir yılın ardından, “5 Temmuz 2005 Salı günü” bu defa Tarkan Gözübüyük prodüktörlüğünde 5. albümü “Can Kırıkları”nı yayınlayarak yeniden piyasaya damgasını vuran Şebnem Ferah, ilk klibini de albümle aynı ismi taşıyan şarkısı “Can Kırıkları”na çekti.
Son albümlerine oranla sert sounduyla dikkat çeken albümünün, 29 Temmuz 2005 günü Parkorman’da gerçekleşen gala konseriyle yeniden dinleyicilerine kavuşan Şebnem’in yeni albüm konserleri de bu sayede başlamış oldu. Çok geçmeden “Çakıl Taşları”na ikinci video klip geldi. Katıldığı programlarda birçok klip ve konser müjdesi veren Şebnem’in, konser maratonu halen devam etmekte...
Albümleri dışında da Şebnem Ferah’ı pek çok farklı çalışmada görmemiz mümkün. Kimi sanatçıya geri vokalleri'yle, kimisiyle de düet yaparak onlara eşlik etmiştir. Bunun yanı sıra birçok film ve reklam müziği'ni de seslendirmiştir. Aynı zamanda diğer sanatçılarla beraber yardım konserleri vermek gibi pek çok faaliyette de bulunmuştur.
Kaynak: seboistnet.com
Nil Karaibrahimgil
12 Nisan 1972 yılında Yalova'da doğdu. Kırmızı elbiseler giyerek mahallede şarkılar söyleyen Şebnem Ferah'ın müziğe olan ilgisi küçük yaşlarda başlamış. Şebnem'in müzikle tanışmasında ailesinin çok büyük rolü olmuş. İlk okulda enstrüman ve solfej dersleri almaya başlamış. Şebnem'in ailesinde hemen hemen herkes müzikle içiçe ve evin her köşesinde enstrüman olduğu için müzik konusunda bilgili ve hazır olarak atılmış piyasaya.
İlk okul yıllarında mandolin kursu alan Şebnem okul orkestrasında da solistlik yapmış ve bugüne dek hayatını müzikle bağdaştırmış. Liseyi Bursa Gemlik'te "Özel Namık Sözeri Lisesinde" yatılı bir öğrenci olarak okumuş ve bu dönemler Şebnem'in kendisini tanımasına, tek başına ayakta kalmasına yardımcı olmuş.
Şebnem'in okul orkestralarında başlayan bu serüveni daha sonra küçük topluluklarla devam etmiş. Lise zamanlarında "Pegasus"adlı grubuyla beraber çalışan ama kafasında bir kız grubu hayali olan Şebnem, 80'lerin ortasında Bursa'da açılan bir stüdyo sayesinde Sedat abisiyle tanışmış ve bu hayalini 1988 yılında kurduğu "Volvox" grubuyla gerçekleştirmiştir. Müzik uğruna "Odtü Ekonomi" Bölümünü 2. sınıftan terk etmiş ve daha sonra İstanbul'a gelince "İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili Ve Edebiyatı" bölümüne kaydolmuş.
1994 yılında "Volvox" grubunun dağılması sonucu Şebnem Ferah bireysel çalışmalarına başlamış. Rahmetli sanatçımız Onno Tunç ve Sezen Aksu'nun keşfi sonucu Underground ortamdan daha Ferah bir ortama kavuşmuş.
Daha sonra "15 Kasım 1996 Cumartesi" günü "KADIN" adlı ilk solo albümünü çıkardı. İlk videosunu "Vazgeçtim Dünyadan" adlı parçasına çeken Şebnem, Rock müzik piyasasını yeni bir döneme soktu. Çıkışıyla büyük bir sansasyon yarattı. Gerek kaset satışları gerekse video klibiyle uzun süre listelerde bir numara olarak boy gösterdi. Daha sonraları "Yağmurlar", "Bu Aşk Fazla Sana" ve "Fırtına" adlı şarkılarına klip çekti. İlk konserini "04 Nisan 1997" de "İzmir Ege Üniversitesi" nde verdi ve büyük bir kalabalığa yaklaşık 6000 kişiye unutulmayacak dakikalar yaşattı.
İzmir'deki konserin ardından Türkiye'nin çeşitli yerlerinde konserlerine devam etti ve bu konserlerin yanı sıra düzenli bar programları da yaptı.
Tabii ki Şebnem`in yaşadığı çok büyük acılar da oldu. 1998 yılında Ablası Aycan Ferah`ı yitirdi. Üzüntülü bir dönemin ardından 2.5 yıllık bir aradan sonra "24 Haziran 1999 Perşembe Günü" ikinci albümünün ilk klibi "Bugün" müzik kanallarında boy göstermeye başladı ve tarih "30 Haziran 1999 Çarşamba" yı gösterdiği zaman "Artık Kısa Cümleler Kuruyorum" adlı ikinci albümünü yine sansasyonlu bir şekilde bizlere sundu. İlk albümünde olduğu gibi ikinci albümünde de İskender Paydaş ve Pentagram ekibiyle çalışan Şebnem yine herkesi üzerine yoğunlaştırdı. Çok samimi sözlerin üzerine sarılmış etkileyici melodiler yine hafızamıza kazınacak ve aklımızdan asla silinmeyeceklerdi. Albümün ikinci videosu "Artık Kısa Cümleler Kuruyorum" şarkısına geldi, klibin yönetmenliğini Hakan Yonat yaptı. İkinci albümün ardından yine araya uzun bir stüdyo dönemi girdi.
Bu arada acılar Şebnem`in peşini bırakmadı. 1999 yılında meydana gelen 17 Ağustos depreminde Babası Ali Ferah`ı yitirdi. Acılarını hafifletmek ve yeni şarkılar üretmek için müziğe daha da sıkı sarılmayı tercih etti. Böylece "03 Ekim 2001" tarihinde "Perdeler" adlı üçüncü albümü yayınlandı ve yine büyük beğeni topladı.
Bu sefer ki albümde Şebnem, İskender Paydaş ve Pentagram üyeleriyle değil de sahnede birlikte çaldığı müzisyenlerle çalışmıştı. Bu albümden ilk video, albümle aynı adı taşıyan "Perdeler" şarkısına çekildi. Klip, Türkiye standartlarının çok dışında ve oldukça güzel görüntüler barındırıyordu. Bu klipten kısa bir süre sonra "Sigara" şarkısı da, renkli camda boy göstermeye başladı.
İki yıl aradan sonra, tarih "12 Mayıs 2003 Pazartesi" yi gösterdiğinde, yeni albümünün ilk videosu "Ben Şarkımı Söylerken" müzik kanallarında dönmeye başladı. "15 Mayıs 2003 Perşembe Günü" "Kelimeler Yetse" adlı muhteşem bir albümle Şebnem tekrar aramıza dönmüş oldu. İlk klibiyle kendinden oldukça söz ettirmeyi ve yine yeniden gündeme oturmayı başardı. Röportajlar, Tv programları derken kendini yoğun bir temponun içinde bulan Şebnem, bu yoğun temponun arasında Gözlerimin Etrafındaki Çizgiler ve Mayın Tarlası’na da klip çekti ve yeni albüm çalışmalarına başlayana dek Türkiye'nin bir çok şehrinde konserler verdi...
Sessiz sedasız geçen bir yılın ardından, “5 Temmuz 2005 Salı günü” bu defa Tarkan Gözübüyük prodüktörlüğünde 5. albümü “Can Kırıkları”nı yayınlayarak yeniden piyasaya damgasını vuran Şebnem Ferah, ilk klibini de albümle aynı ismi taşıyan şarkısı “Can Kırıkları”na çekti.
Son albümlerine oranla sert sounduyla dikkat çeken albümünün, 29 Temmuz 2005 günü Parkorman’da gerçekleşen gala konseriyle yeniden dinleyicilerine kavuşan Şebnem’in yeni albüm konserleri de bu sayede başlamış oldu. Çok geçmeden “Çakıl Taşları”na ikinci video klip geldi. Katıldığı programlarda birçok klip ve konser müjdesi veren Şebnem’in, konser maratonu halen devam etmekte...
Albümleri dışında da Şebnem Ferah’ı pek çok farklı çalışmada görmemiz mümkün. Kimi sanatçıya geri vokalleri'yle, kimisiyle de düet yaparak onlara eşlik etmiştir. Bunun yanı sıra birçok film ve reklam müziği'ni de seslendirmiştir. Aynı zamanda diğer sanatçılarla beraber yardım konserleri vermek gibi pek çok faaliyette de bulunmuştur.
Kaynak: seboistnet.com
Nil Karaibrahimgil
Nil Karaibrahimgil, 1976 yılında Ankara'da doğmuştur.
Sanatçının babası kendi tabiri ile sakallı olmayan Suavi Karaibrahimgildir ve kendisi Müzikomani şarkısı ile tanınır. Amcası Selami Karaibrahimgil Modern Folk Üçlüsü'nün elemanlarındandır. 1998'de Reklamevi'nde yarı zamanlı olarak reklam yazarlığı yapmıştır.
2000 yılında Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden mezun olmuştur.
Hüner Margarin ve First Duo reklamları ile reklamcıların en büyük ödülü olarak kabul edilen Kristal Elma ödülünü almışıtır.
Sanatçı ayrıca Hazır Kart "Ben Özgürüm/Özgür Kız", Bellona "Bellonayla Bellonayla", Algida "Aşkımla Erir misin?", Trendy&Friendly “Trendy&Friendly” jingle'larını yapmıştır.
Kenan Doğulu
Sanatçının babası kendi tabiri ile sakallı olmayan Suavi Karaibrahimgildir ve kendisi Müzikomani şarkısı ile tanınır. Amcası Selami Karaibrahimgil Modern Folk Üçlüsü'nün elemanlarındandır. 1998'de Reklamevi'nde yarı zamanlı olarak reklam yazarlığı yapmıştır.
2000 yılında Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünden mezun olmuştur.
Hüner Margarin ve First Duo reklamları ile reklamcıların en büyük ödülü olarak kabul edilen Kristal Elma ödülünü almışıtır.
Sanatçı ayrıca Hazır Kart "Ben Özgürüm/Özgür Kız", Bellona "Bellonayla Bellonayla", Algida "Aşkımla Erir misin?", Trendy&Friendly “Trendy&Friendly” jingle'larını yapmıştır.
Kenan Doğulu
Baby face ve şeytan tüyü var! Kızlar ona bayılıyor! En kötüsü de o bunu fena halde farkında!
Beş yaşında iken konservatuarın piyano bölümüne
birincilikle girdi. Altı sene piyano bölümü sonrası gitar bölümüne geçti. Bu esnada tiyatro eğitimi, çocuk korosunda solistlik, ritmli sazlar öğrenimini de sürdürdü. Daha sonra ortaokulu başarı ile bitirip, konservatuara flüt bölümü ile devam etti ve başarılı bir sonuçla mezun oldu.
Müzik kariyerini ilerletmek, show dünyasının
kalbinin attığı Amerika'dan, yenilikleri ülkemize taşıyabilmek amacı ile Los Angeles'ta bulunan "Musician Institude"de başladığı yüksek
öğrenimine Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü'nde devam etmektedir.
Türkiye'de çok meşhur, çok sevilen ve beğeniyle
izlenen bir sanatçı olduğu halde Kenan Doğulu, müzik kariyerinin hala başında olduğunu varsayarak, çok daha büyük projeler düşünmekte
ve her yeni gün hedeflerini daha da büyütmektedir.
Sanatçı, müzik piyasasında ülkesinde olduğu kadar, yurtdışında da önemli projelere imza atmayı ve ününü buralara taşımayı planlamaktadır.
Sanatçının ilk albümü "Yaparım Bilirsin" Ağustos
1993'te piyasaya çıktı. O yıl verdiği 93 konserle Türkiye çapında ciddi bir rakama ulaşan Kenan Doğulu'nun, ikinci albümü "Sımsıkı Sıkı Sıkı"
Aralık 1994'de piyasaya sürüldü ve bir yıl içinde 175 performansla ulaşılması güç bir başarı kazandı.
1996 Ağustos ayında müzik marketlerde yerini alan
"Kenan Doğulu 3" isimli albümü yoğun bir ilgiyle sevenlerinin beğenisini kazanmıştır. Bu albümdeki "Hiç Bana Sordun mu?", "Günah
Değil mi Bana?" ve Cumhuriyetimizin simge parçalarından "10.Yıl Marşı"nın yeni düzenlemelerinin yer aldığı "Kenan Doğulu 3.5"
isimli Maksi Single aynı yıl Eylül ayı ortalarında müzik piyasasına sunulmuştur.
Bilindiği gibi önceki kimliği ile 10. Yıl Marşımız, 29 Ekim 1997 tarihinde Sanatçı Kenan Doğulu tarafından yeniden düzenlenerek, günümüz Türkiye'sine ve Türk Milleti'ne sunulmuştur.
Cumhuriyet Marşımızın gündeme gelmesi, medyatikleşmesi, çocuklara ve gençlere hitap etmesinde sanatçının çok büyük bir katkısı olmuştur.
1998 yılında Cumhuriyetimizin 75. yıl kutlamaları çerçevesinde, Bursa'dan başlayıp, Antalya, ıstanbul, Ankara, İskenderun, Samsun, Selçuk'a kadar devam edip, İzmir'de noktalanan bir "Cumhuriyet Turnesi"ni de başarı ile tamamlamıştır.
Dinar'da çekilmiş olan "İsyan bu" adlı parçanın
klibi, sadece burada bulunan depremzedelere yardım amacı ile yapılmış ve mağdur olan vatandaşlarımıza maddi destek sağlamıştır.
Ayrıca, sahibi bulunduğu ve 1993 Aralık ayı sonunda faaliyete geçen Doğulu Ses ve Görüntü Hizmetleri Ltd. Şti. Temmuz'98 tarihi itibarı ile tecrübeli ve yepyeni kadrosuyla "Doğulu
Productions" adı altında kendi binasında hizmete girmiştir. Doğulu Productions, bugüne kadar Sanatçı Kenan Doğulu'nun albümlerine imza
atmış ve ayrıca bünyesindeki stüdyosunda değişik sanatçıların albüm kayıtlarını gerçekleştirmiştir.
Bunun yanısıra her türlü, yerli ve yabancı konserler, spor organizasyonları, CD Plus prodüksiyonları, digital kayıt ve mastering çalışmaları da devam etmektedir.
Grup Hepsi
Beş yaşında iken konservatuarın piyano bölümüne
birincilikle girdi. Altı sene piyano bölümü sonrası gitar bölümüne geçti. Bu esnada tiyatro eğitimi, çocuk korosunda solistlik, ritmli sazlar öğrenimini de sürdürdü. Daha sonra ortaokulu başarı ile bitirip, konservatuara flüt bölümü ile devam etti ve başarılı bir sonuçla mezun oldu.
Müzik kariyerini ilerletmek, show dünyasının
kalbinin attığı Amerika'dan, yenilikleri ülkemize taşıyabilmek amacı ile Los Angeles'ta bulunan "Musician Institude"de başladığı yüksek
öğrenimine Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü'nde devam etmektedir.
Türkiye'de çok meşhur, çok sevilen ve beğeniyle
izlenen bir sanatçı olduğu halde Kenan Doğulu, müzik kariyerinin hala başında olduğunu varsayarak, çok daha büyük projeler düşünmekte
ve her yeni gün hedeflerini daha da büyütmektedir.
Sanatçı, müzik piyasasında ülkesinde olduğu kadar, yurtdışında da önemli projelere imza atmayı ve ününü buralara taşımayı planlamaktadır.
Sanatçının ilk albümü "Yaparım Bilirsin" Ağustos
1993'te piyasaya çıktı. O yıl verdiği 93 konserle Türkiye çapında ciddi bir rakama ulaşan Kenan Doğulu'nun, ikinci albümü "Sımsıkı Sıkı Sıkı"
Aralık 1994'de piyasaya sürüldü ve bir yıl içinde 175 performansla ulaşılması güç bir başarı kazandı.
1996 Ağustos ayında müzik marketlerde yerini alan
"Kenan Doğulu 3" isimli albümü yoğun bir ilgiyle sevenlerinin beğenisini kazanmıştır. Bu albümdeki "Hiç Bana Sordun mu?", "Günah
Değil mi Bana?" ve Cumhuriyetimizin simge parçalarından "10.Yıl Marşı"nın yeni düzenlemelerinin yer aldığı "Kenan Doğulu 3.5"
isimli Maksi Single aynı yıl Eylül ayı ortalarında müzik piyasasına sunulmuştur.
Bilindiği gibi önceki kimliği ile 10. Yıl Marşımız, 29 Ekim 1997 tarihinde Sanatçı Kenan Doğulu tarafından yeniden düzenlenerek, günümüz Türkiye'sine ve Türk Milleti'ne sunulmuştur.
Cumhuriyet Marşımızın gündeme gelmesi, medyatikleşmesi, çocuklara ve gençlere hitap etmesinde sanatçının çok büyük bir katkısı olmuştur.
1998 yılında Cumhuriyetimizin 75. yıl kutlamaları çerçevesinde, Bursa'dan başlayıp, Antalya, ıstanbul, Ankara, İskenderun, Samsun, Selçuk'a kadar devam edip, İzmir'de noktalanan bir "Cumhuriyet Turnesi"ni de başarı ile tamamlamıştır.
Dinar'da çekilmiş olan "İsyan bu" adlı parçanın
klibi, sadece burada bulunan depremzedelere yardım amacı ile yapılmış ve mağdur olan vatandaşlarımıza maddi destek sağlamıştır.
Ayrıca, sahibi bulunduğu ve 1993 Aralık ayı sonunda faaliyete geçen Doğulu Ses ve Görüntü Hizmetleri Ltd. Şti. Temmuz'98 tarihi itibarı ile tecrübeli ve yepyeni kadrosuyla "Doğulu
Productions" adı altında kendi binasında hizmete girmiştir. Doğulu Productions, bugüne kadar Sanatçı Kenan Doğulu'nun albümlerine imza
atmış ve ayrıca bünyesindeki stüdyosunda değişik sanatçıların albüm kayıtlarını gerçekleştirmiştir.
Bunun yanısıra her türlü, yerli ve yabancı konserler, spor organizasyonları, CD Plus prodüksiyonları, digital kayıt ve mastering çalışmaları da devam etmektedir.
Grup Hepsi
Hepsi grubu uzun yıllardır arkadaş olan dört genç kızın bir araya gelerek oluşturdukları bir grup. Birbirleriyle bale okulunda tanışmışlar.
Hepsi grubu Türkiye'nin ilk R&B tarzında müzik yapan grubu. Onlar sırf dört genç kız değil. Onlar sesleri ve vokalleri güzel olan genç kızlardır. Onlar bu sene en iyi vokal yapan grup seçildi. Avrupadada Türkiyeyi güçlü yapacak kızlarımızdır. Grup Hepsi için en güzel resimleri yukarıdaki bağlantıda bulabilirsiniz.
Şimdi geldik kızlarımızın kilo, burç, tuttukları takımlar, soyadı ve yaşlarına:
Yasemin Yürük: Hepsi rengi mor, diş fırçası rengi mor, 20 yaşında, Başak Burcu, 62 kilo, Fenerbahçe'yi tutuyor.
Eren Bakıcı: Hepsi rengi fıstık yeşili, 22 yaşında, Boğa burcu, 58 kilo, Galatasaray'ı tutuyor.
Gülçin Ergül:: Hepsi rengi pembe, 21 yaşında, Akrep burcu, 59 kilo, takım tutmuyor.
Cemre Kemer: Hepsi rengi Mavi, 21 yaşında, Kova burcu, 44 kilo, Beşiktaş'ı tutuyor.
Yasemin Yürük:Yasemin 1986 yılında İstanbul'da doğdu. Yasemin orta okul ve liseyi Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Devlet Konservatuarı Bale bölümünde okudu. Şu an halen üniversite eğitimini devam ediyor. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Bale bölümünde okuyor.
Üç yıl boyunca Atatürk Kültür Merkezi Çocuk ve Gençlik Balesi'nin sergilediği oyunlarda rol aldı.
Tiyatro dersleri aldı. Reklam jingle'ları seslendirdi. Özel şan ve piyano dersleri aldı.
Eren Bakıcı:Eren 1984 İstanbul doğumlu. Eren orta okul ve liseyi Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Devlet Konservatuarı Bale bölümünde okudu. Halen Mimar Sinan Üniversites'inde Modern Dans eğitimini sürdürüyor.
Altı yıl boyunca Atatürk Kültür Merkezi Çocuk ve Gençlik Balesi'nin sergilediği oyunlarda rol aldı. Londra'da Urdang Dans Akedemisinde vede Budapeşte Dans okulunda eğitim aldı.
"Dans@" grubu ile Türkiye'yi Çin'de temsil etti. Reklam jingle'ları seslendirdi. "Yıldızların Altında" müzikalinde oynadı. Michael Jackson ve Britney Spears gibi dünyaca ünlü yıldızlarla çalışan Selahettin Kara çalıştı.
Gülçin Ergül: Gülçin 1985 yılında İstanbul'da doğdu. Orta okulu ve liseyi Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Devlet Konservatuarı Bale bölümünde okudu. Şu an Mimar Sinan Üniversitesinde Modern Dans eğitimini s Çocuk ve Gençlik Balesi'nin sergilediği oyunlarda rol aldı. Özel piyano, şan ve hip-hop dersleri aldı. Reklam jingle'ları seslendirdi. Atatürk Kültür Merkezi Çocuk korosunda rol aldı.
Cemre Kemer: Cemre 1985 yılında İstanbul'da doğdu. Liseyi ve orta okulu Mversitesi Güzel Sanatlar Devlet Konservatuarı Bale bölümünde bitirdi. Şu an Mimar Sinan Üniversitesinde Modern Dans eğitimini sürdürüyor. Beş yıl boyunca Atatürk Kültür Merkezi Çocuk ve Gençlik Balesi'nin sergilediği Özel piyano ve şan dersleri aldı. Kliplerde oyunculuk yaptı. Reklam jingle'ları seslendirdi.
Emre Altuğ
Hepsi grubu Türkiye'nin ilk R&B tarzında müzik yapan grubu. Onlar sırf dört genç kız değil. Onlar sesleri ve vokalleri güzel olan genç kızlardır. Onlar bu sene en iyi vokal yapan grup seçildi. Avrupadada Türkiyeyi güçlü yapacak kızlarımızdır. Grup Hepsi için en güzel resimleri yukarıdaki bağlantıda bulabilirsiniz.
Şimdi geldik kızlarımızın kilo, burç, tuttukları takımlar, soyadı ve yaşlarına:
Yasemin Yürük: Hepsi rengi mor, diş fırçası rengi mor, 20 yaşında, Başak Burcu, 62 kilo, Fenerbahçe'yi tutuyor.
Eren Bakıcı: Hepsi rengi fıstık yeşili, 22 yaşında, Boğa burcu, 58 kilo, Galatasaray'ı tutuyor.
Gülçin Ergül:: Hepsi rengi pembe, 21 yaşında, Akrep burcu, 59 kilo, takım tutmuyor.
Cemre Kemer: Hepsi rengi Mavi, 21 yaşında, Kova burcu, 44 kilo, Beşiktaş'ı tutuyor.
Yasemin Yürük:Yasemin 1986 yılında İstanbul'da doğdu. Yasemin orta okul ve liseyi Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Devlet Konservatuarı Bale bölümünde okudu. Şu an halen üniversite eğitimini devam ediyor. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı Bale bölümünde okuyor.
Üç yıl boyunca Atatürk Kültür Merkezi Çocuk ve Gençlik Balesi'nin sergilediği oyunlarda rol aldı.
Tiyatro dersleri aldı. Reklam jingle'ları seslendirdi. Özel şan ve piyano dersleri aldı.
Eren Bakıcı:Eren 1984 İstanbul doğumlu. Eren orta okul ve liseyi Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Devlet Konservatuarı Bale bölümünde okudu. Halen Mimar Sinan Üniversites'inde Modern Dans eğitimini sürdürüyor.
Altı yıl boyunca Atatürk Kültür Merkezi Çocuk ve Gençlik Balesi'nin sergilediği oyunlarda rol aldı. Londra'da Urdang Dans Akedemisinde vede Budapeşte Dans okulunda eğitim aldı.
"Dans@" grubu ile Türkiye'yi Çin'de temsil etti. Reklam jingle'ları seslendirdi. "Yıldızların Altında" müzikalinde oynadı. Michael Jackson ve Britney Spears gibi dünyaca ünlü yıldızlarla çalışan Selahettin Kara çalıştı.
Gülçin Ergül: Gülçin 1985 yılında İstanbul'da doğdu. Orta okulu ve liseyi Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Devlet Konservatuarı Bale bölümünde okudu. Şu an Mimar Sinan Üniversitesinde Modern Dans eğitimini s Çocuk ve Gençlik Balesi'nin sergilediği oyunlarda rol aldı. Özel piyano, şan ve hip-hop dersleri aldı. Reklam jingle'ları seslendirdi. Atatürk Kültür Merkezi Çocuk korosunda rol aldı.
Cemre Kemer: Cemre 1985 yılında İstanbul'da doğdu. Liseyi ve orta okulu Mversitesi Güzel Sanatlar Devlet Konservatuarı Bale bölümünde bitirdi. Şu an Mimar Sinan Üniversitesinde Modern Dans eğitimini sürdürüyor. Beş yıl boyunca Atatürk Kültür Merkezi Çocuk ve Gençlik Balesi'nin sergilediği Özel piyano ve şan dersleri aldı. Kliplerde oyunculuk yaptı. Reklam jingle'ları seslendirdi.
Emre Altuğ
Emre Altuğ, 14 nisan 1970 tarihinde ev hanımı anne ve diş hekimi babanın 2. oğlu olarak İstanbul'da dünyaya geldi.
Çocukluğu Levent ve Akatlar' da geçti. İlkokulu Şair Behçet Kemal Çağlar İlköğretim Okulu'nda bitiren Altuğ, eğitim hayatına Şişli Terakki Lisesi'nde devam etti.
Ortaokuldan itibaren tüm ilgisi koro, gitar ve tiyatroya yönelen Emre Altuğ, liseden mezun olduktan sonra İstanbul Devlet Konservatuarı Tiyatro bölümüne girdi.
90'lı yıllarda, dönemin ünlü sanatçıları olan Sezen Aksu, Nilüfer, Sertab Erener, Levent Yüksel gibi isimlerle vokalistlik yapmaya başladı. Vokallik yaptığı sırada tiyatrodan da uzak kalmayan Altuğ, o dönem 3 sezon boyunca Haldun Dormen Tiyatrosu'nda çeşitli oyunlarda rol aldı.
2000 yılı tiyatro sezonunda Haldun Dormen tarafından sahnelenen, başlıca rollerinde Perihan Savaş, Selçuk Yöntem, Bülent Kayabaş, Nilgün Belgün'ün yer aldığı geniş bir kadroya sahip olan "Bir Kış Öyküsü" müzikalinde oynadı.
1998 yılında Topkapı Müzik'le ilk albümünü yapmak üzere anlaştı. İki yıl süren çalışma sonunda "İbret-i Alem" ortaya çıktı. "İbret-i Alem"in 1999 yılındaki başarısyla beraber, 100'den fazla konser verdi. Şırnak, Silopi'de verdiği konserle ilk konser veren sanatçı ünvanını kazandı.
İlk albümünün ardından Mustafa Uğurlu ve Arzu Yanardağ'ın oynadığı "Asansör" filminde rol aldı. Ayrıca "Asansör" film müzikleri albümünde söz, müzik ve yorumu kendine ait olan şarkılarla yer aldı. Sonraları eski Türk filmlerinin yeniden çekilmesi projesinde rol alan sanatçı, "Ağaçlar Ayakta Ölür" ve "Halk Çocuğu" gibi filmlerde oynadı.
Askerliğini 2001 yılında Zonguldak'ta yaptı. Askerliğinin ardından Aralık 2002'de vizyona giren "Kolay Para" adlı sinema filminde başrolü Mustafa Uğurlu ve Şebnem Dönmez'le paylaştı.
21 Şubat 2003'de "Sıcak" adlı ikinci albümünü, 2004 yılında da "Dudak Dudağa" adlı üçüncü albümünü çıkardı
Deniz Seki
Çocukluğu Levent ve Akatlar' da geçti. İlkokulu Şair Behçet Kemal Çağlar İlköğretim Okulu'nda bitiren Altuğ, eğitim hayatına Şişli Terakki Lisesi'nde devam etti.
Ortaokuldan itibaren tüm ilgisi koro, gitar ve tiyatroya yönelen Emre Altuğ, liseden mezun olduktan sonra İstanbul Devlet Konservatuarı Tiyatro bölümüne girdi.
90'lı yıllarda, dönemin ünlü sanatçıları olan Sezen Aksu, Nilüfer, Sertab Erener, Levent Yüksel gibi isimlerle vokalistlik yapmaya başladı. Vokallik yaptığı sırada tiyatrodan da uzak kalmayan Altuğ, o dönem 3 sezon boyunca Haldun Dormen Tiyatrosu'nda çeşitli oyunlarda rol aldı.
2000 yılı tiyatro sezonunda Haldun Dormen tarafından sahnelenen, başlıca rollerinde Perihan Savaş, Selçuk Yöntem, Bülent Kayabaş, Nilgün Belgün'ün yer aldığı geniş bir kadroya sahip olan "Bir Kış Öyküsü" müzikalinde oynadı.
1998 yılında Topkapı Müzik'le ilk albümünü yapmak üzere anlaştı. İki yıl süren çalışma sonunda "İbret-i Alem" ortaya çıktı. "İbret-i Alem"in 1999 yılındaki başarısyla beraber, 100'den fazla konser verdi. Şırnak, Silopi'de verdiği konserle ilk konser veren sanatçı ünvanını kazandı.
İlk albümünün ardından Mustafa Uğurlu ve Arzu Yanardağ'ın oynadığı "Asansör" filminde rol aldı. Ayrıca "Asansör" film müzikleri albümünde söz, müzik ve yorumu kendine ait olan şarkılarla yer aldı. Sonraları eski Türk filmlerinin yeniden çekilmesi projesinde rol alan sanatçı, "Ağaçlar Ayakta Ölür" ve "Halk Çocuğu" gibi filmlerde oynadı.
Askerliğini 2001 yılında Zonguldak'ta yaptı. Askerliğinin ardından Aralık 2002'de vizyona giren "Kolay Para" adlı sinema filminde başrolü Mustafa Uğurlu ve Şebnem Dönmez'le paylaştı.
21 Şubat 2003'de "Sıcak" adlı ikinci albümünü, 2004 yılında da "Dudak Dudağa" adlı üçüncü albümünü çıkardı
Deniz Seki
Güzelliğe ve süse oldukça düşkün oldugunu bildiğimiz Deniz Seki' nin gecmişinde 1 yıllık güzellik uzmanlığı da var.
1989 yılında TRT İstanbul Televizyonu´nda sunuculuk yaptı. 1990 yılında Melih Kibar´la tanıştı. Ardından reklam jingleları derken şarkıcılığa ilk adımını atmış oldu.Kenan Doğulu, Emel, Ege, Zuhal Olcay, Ferda Anıl Yarkın ve Yaşar´a vokalistlik yaptı.
1995 yılında Pop Show Yarışması´nda kazandığı birincilik ona ilk albümü yapması için bir fırsat sağladı. 1997 yılının Haziran ayında ilk albümü 'Hiç Kimse Değilim' yayınlandı. Bu albümün ilk çıkış parçası, söz ve müziği Sezen Aksu´ya ait olan 'Ahmet' idi ve oldukça tutuldu.
Deniz Seki, 2000 yılının başlarında ikinci albümü olan 'Anlattım'ı çıkardı. Seki, bu albümdeki tüm söz ve bestelere imza attı.
Demet Akalın
1989 yılında TRT İstanbul Televizyonu´nda sunuculuk yaptı. 1990 yılında Melih Kibar´la tanıştı. Ardından reklam jingleları derken şarkıcılığa ilk adımını atmış oldu.Kenan Doğulu, Emel, Ege, Zuhal Olcay, Ferda Anıl Yarkın ve Yaşar´a vokalistlik yaptı.
1995 yılında Pop Show Yarışması´nda kazandığı birincilik ona ilk albümü yapması için bir fırsat sağladı. 1997 yılının Haziran ayında ilk albümü 'Hiç Kimse Değilim' yayınlandı. Bu albümün ilk çıkış parçası, söz ve müziği Sezen Aksu´ya ait olan 'Ahmet' idi ve oldukça tutuldu.
Deniz Seki, 2000 yılının başlarında ikinci albümü olan 'Anlattım'ı çıkardı. Seki, bu albümdeki tüm söz ve bestelere imza attı.
Demet Akalın
Eski mankenlerimizden olan Demet Akalın şarkıcılığa ilk adımını "Sebebim" adlı albümle attı.
İşler yolunda gitti yani başarıya bir başarı daha ekledi ve artık mankenliği bırakıp tamamen şarkı söylemeyi seçti.
Daha sonra da "Senin anan güzel mi?" dedi ve ilk single çalışmasını çıkardı. O ekstra senin bu ekstra benim derken artık sahnelerin bir parçası oldu. Sonra mı? Unuttum dedi ve 3. albüm çalışmasını müzik severlerin beğenisine sundu.
Uzun ve sıkı bir çalışma sonunda, nihayet beklediğimize değen radyolarda ve clublerde en çok istek alan albümü "Banane" ile Türkiye'de hala konuşulmaya devam etti.
Son albümüyle tarzını oturttuğunu kanıtlayan Akalın, Türkiye'nin en sevilen dans parçalarını yapıyor.
Barış Manço
İşler yolunda gitti yani başarıya bir başarı daha ekledi ve artık mankenliği bırakıp tamamen şarkı söylemeyi seçti.
Daha sonra da "Senin anan güzel mi?" dedi ve ilk single çalışmasını çıkardı. O ekstra senin bu ekstra benim derken artık sahnelerin bir parçası oldu. Sonra mı? Unuttum dedi ve 3. albüm çalışmasını müzik severlerin beğenisine sundu.
Uzun ve sıkı bir çalışma sonunda, nihayet beklediğimize değen radyolarda ve clublerde en çok istek alan albümü "Banane" ile Türkiye'de hala konuşulmaya devam etti.
Son albümüyle tarzını oturttuğunu kanıtlayan Akalın, Türkiye'nin en sevilen dans parçalarını yapıyor.
Barış Manço
2 Ocak 1943 yılında İstanbul'da doğdu. Kendisinden iki yaş büyük olan ağabeyi Savaş'tan sonra, annesi Rikkat Hanım ve babası İsmail Hakkı Bey, artık dünyaya barış gelsin diyerek yeni doğan oğullarına Barış adını verdiler.
Barış Manço, ilkokula başladığı günden itibaren tıpkı kendisine takılan Barış Çelebi lakabındaki gibi sık sık okul değiştirdi.
Kadıköy Yeldeğirmeni Mustafa Kemal Paşa İlkokulu'nda başladığı eğitimine Ankara Maarif Koleji, tekrar Kadıköy Yeldiğirmeni Mustafa Kemal Paşa İlkokulu, Galatasaray Lisesi, Özel Şişli Koleji gibi okullarda devam etti.
Paris Güzel Sanatlar Akademisi'nde eğitimine devam etmek isterken kendini Belçika'da yaşayan ağabeyinin yanında buldu ve burada hem okudu hem de çalıştı. 1969'da Belçika Kraliyet Akademisi'nden mezun oldu. Okul sıralarında müzikle ilgilenmeye başladı.
Yurt dışında müzik eğitimi gördü, yurda döndükten sonra halk ezgilerinden aranje ettiği parçalarla kısa sürede üne kavuştu. Barış Manço ilk evliliğini Belçika'da bulunduğu yıllarda tanıştığı Marie-Claude adlı bir genç kızla yaptı. 6 yıl beraber yaşadıktan sonra 31 Ocak 1970 tarihinde evlendiler.
Aradan 6 ay gibi kısa bir süre geçti ve yeni evli çift 16 Temmuz 1970 yılında boşandı. Barış Manço gerçek hayat arkadaşım dediği Lale Manço ile 1975 yılında tanıştı. Ablasına misafirliğe gelen Lale, telefon bozuk olunca eniştesinin arkadaşı olan üst kat komşusu Barış Manço'nun kapısını çalar ve "Telefon edebilir miyim?" diye sorar. Barış Manço ise "Benimle evlenmeyi kabul edersen edebilirsin" der.
Lale de "Neden olmasın" diye bu espriye karşılık verir. Gerçekten de 1978 yılında evlenirler. Bu evliliğinden Doğukan ve Batıkan adında iki oğlu oldu. Müziğinin yanı sıra giysileri ve tavırlarıyla da ilgi topladı. "Baba Beni Eversene" filmiyle bir ara sinema oyunculuğu da yaptı. 1999 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu öldü.
Barış Manço, ilkokula başladığı günden itibaren tıpkı kendisine takılan Barış Çelebi lakabındaki gibi sık sık okul değiştirdi.
Kadıköy Yeldeğirmeni Mustafa Kemal Paşa İlkokulu'nda başladığı eğitimine Ankara Maarif Koleji, tekrar Kadıköy Yeldiğirmeni Mustafa Kemal Paşa İlkokulu, Galatasaray Lisesi, Özel Şişli Koleji gibi okullarda devam etti.
Paris Güzel Sanatlar Akademisi'nde eğitimine devam etmek isterken kendini Belçika'da yaşayan ağabeyinin yanında buldu ve burada hem okudu hem de çalıştı. 1969'da Belçika Kraliyet Akademisi'nden mezun oldu. Okul sıralarında müzikle ilgilenmeye başladı.
Yurt dışında müzik eğitimi gördü, yurda döndükten sonra halk ezgilerinden aranje ettiği parçalarla kısa sürede üne kavuştu. Barış Manço ilk evliliğini Belçika'da bulunduğu yıllarda tanıştığı Marie-Claude adlı bir genç kızla yaptı. 6 yıl beraber yaşadıktan sonra 31 Ocak 1970 tarihinde evlendiler.
Aradan 6 ay gibi kısa bir süre geçti ve yeni evli çift 16 Temmuz 1970 yılında boşandı. Barış Manço gerçek hayat arkadaşım dediği Lale Manço ile 1975 yılında tanıştı. Ablasına misafirliğe gelen Lale, telefon bozuk olunca eniştesinin arkadaşı olan üst kat komşusu Barış Manço'nun kapısını çalar ve "Telefon edebilir miyim?" diye sorar. Barış Manço ise "Benimle evlenmeyi kabul edersen edebilirsin" der.
Lale de "Neden olmasın" diye bu espriye karşılık verir. Gerçekten de 1978 yılında evlenirler. Bu evliliğinden Doğukan ve Batıkan adında iki oğlu oldu. Müziğinin yanı sıra giysileri ve tavırlarıyla da ilgi topladı. "Baba Beni Eversene" filmiyle bir ara sinema oyunculuğu da yaptı. 1999 yılında geçirdiği kalp krizi sonucu öldü.
54 ziyaretçi (63 klik) kişi burdaydı!